İskoç asıllı asker, diplomat ve bir seyyah olan John McDonald Kinneir (1782 – 1830), Britanya devleti adına Hindistan, İran ve günümüz Irak coğrafyasında görevlerde bulunmuştur. 1813 yazında İstanbul’dan deniz yoluyla Trabzon’a gelen Kinneir, daha sonra Erzurum ve Muş üzeri Van Gölü’nün batısından geçmiş, Bitlis ve Siirt’i ziyaret ederek güneye doğru devam etmiştir. Güzergahı boyunca gördüklerini ve yaşadıklarını 1818 yılında Londra’da yayımladığı ’Through Asia Minor, Armenia and Koordistan’ adlı eserinde paylaşmıştır. 

Bazı seyyahlar ziyaret ettikleri yerleşim yerlerindeki nüfusu etnisitelere göre aktarırken, Kinneir inanca göre aktarmıştır. 603 sayfadan oluşan Kinneir’in bu çalışmasındaki, Muş’tan çıkışı ile başlayıp Siirt’e gelinceye kadar olan sayfaların tamamının aslına sadık kalarak, derleyip çevirdim.  Çok teferruatlı coğrafik ve topoğrafik anlatımların olduğu kısımları da atlayarak, seyyahın özellikle Bitlis anlatımının olduğu sayfaları sizlerle paylaşıyorum.

Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu

30 Haziran 1813, Muş

Bu sabah bizler giyinmeden önce, Kürd kıyafetleri ile üstü başı döküntü halde yaşlı bir adam kaldığımız eve geldi. Türk lisanını o kadar kötü konuşuyordu ki, ne dediğini anlamak imkansızdı. Ancak çok geçmeden bize Bitlis’e kadar eşlik etmesi için Muş Paşası tarafından görevlendirilen kişinin o olduğunu öğrendik. Sessizce odanın ortasında oturdu ve pejmürde hizmetçilerinden bazılarını çağırarak onlara, uygun davranmanın gerekliliği konusunda nutuk attı ve kahve, peynir ve diğer bazı küçük eşyaların yolculuk için hazırlanması talimatını verdi. Bu yaşlı Kürd’de bir şeyler vardı. Hem iyi ve hem de aynı zamanda komik şeylerdi. Bize o kadar kibarca da davrandı ki daha sonra. Onu sevmekten kendimizi alamadık ki, zaten bu fikrimizi değiştirmemize de bir neden yoktu.

Saat 8’de atlarımıza binerek yola çıktık ve 3 mil sonrasında Puink adlı bir köye vardık. Orada bölgenin Beyi ile kahve içtik. Daha sonra ova içinde hafifçe yükselen ve taşlı bir zemine sahip olan yoldan geçerek, 8 mil sonra, Belican diye adlandırılan sıra dağların yamacındaki köy ve kale harabelerini geçtik. 9. milde atlarımızı dinlendirmek için Altae Bayezid (Abdalbayazıd, Ç. N.) adlı perişan bir köyde mola verdik. 13. milde, bulunduğumuz noktadan eski ismi büyük olasılıkla Arethusa olan Nazik Gölü’nü görebildiğimiz dağların zirvesine ulaştık. Dağlardan aşağıya yaklaşık bir mil kadar indikten sonra gölün batı kıyısına vardık ki, uzunluğu doğudan batıya yaklaşık 13 mil ve merkezdeki genişliği de yaklaşık 5 mil idi. 

Gölün en batı ucundaki genişliği yarım mile kadar daralırken, doğudaki ucu daha genişti. Ağaç olmamasından dolayı romantik bir güzellik söz konusu değil. Yalnız güney batı kısmında bulunan yarımadada Cezira Oka (Cizerok. Günümüz Dil Burnu, Ç. N.) adında bir köy mevcut. Tadına baktığım su tatlı ve sağlıklı ve her türlü ihtiyaç için kullanıma uygun idi. Güneydeki tepelere tırmanmadan önce gölün batı kıyısından devam ederek, Dicle’nin kaynaklarından biri olduğu söylenen küçük bir çayı geçtik.

17. mili katettiğimizde Nazik Gölü artık gözden kaybolmuştu ve tepelerden küçük ekili bir ovaya inerken, geceyi geçirmek için Yahudi köyü Mişi’de (Mêzik. Günümüz Burcukaya, Ç. N.) durduk. Burada dostça karşılandık ve Ağa’nın kasvetli ve iç karartıcı bir araziye açılan evinin önünde bulunan baraka içindeki taze saman üzerine halılarımızı serdik. Barakanın yönü kuzeydoğu tarafında iki noktadan uzanan yüce Süphan Dağı manzarasına hakimdi. Saat sabahın 6’sında derece 52 (Fahrenhayt), akşam aynı saatte ise 63.

1 Temmuz

Sabah 7’de yola çıktık ve 3 mil sonra ovadan ayrılarak, rakımın diğer yerlerdeki kadar yüksek olmadığı bir yerde Nemrut Dağı’nın (eskilerin adlandırmasıyla Niphates) yükselmeye bağladığı noktaya vardık. 4. milde daha yüksek kısımları karla kaplı olan bir düzlüğe girdik ki, bu noktadan Van Gölü’nü uzaktan görebilme imkanını ilk defa yakaladık. 

Nemrut Dağı’nın en yüksek kısımları sağ tarafımızda olmak üzere, 6 mil boyunca yürüyerek küçük bir tepenin bulunduğu 10. mile kadar devam edince, birdenbire gölün tamamını görebildiğimiz manzara ile karşılaştık. Ptolemy tarafından Arsisse adı verilen bu devasa su kütlesi, gölün kuzey kıyısındaki Argiş (Erciş. Ç. N.) veya Arsis’den geldiği tahmin ediliyor. Benim tahminim, bu gölün doğudan batıya uzunluğu 25 ya da 30 mil olmakla beraber, genişliği ise ortalara doğru 9 ile 12 arasındadır.  Ancak koylar ve körfezler o kadar çoklar ki, yeterli rüzgâr ile Tatvan’dan gölün neredeyse karşı ucundaki Van’a 4 saatte gidebilirken, gölün çevresini dolaşmanın 90 saatten fazla aldığı söyleniyor. Gölün suyunun acı olmasına rağmen bol miktarda iyi balık bulunmakta. Gölün etrafı, kuzeyinde devasa Süphan Dağı ve batısında Nemrut Dağı olmakla beraber, güneyindeki muazzam Hateraş (Artuş. Ç. N.) veya Karaiş diye adlandırılan zincir dağları ile çevrilidir. Bütün bu bahsi geçen farklı dağların tepeleri, bizim onları gördüğümüz zamanda karla kaplıydılar. O yüzden Niphates adlandırmasının belirli bir dağa verilmiş bir isim olmaktan ziyade, bu dağlık mıntıkanın tamamına verilmiş olduğunu varsayıyorum. Gölün doğu tarafında, bir tanesinin üzerinde eski bir Ermeni manastırının olduğu 3 ada bulunmakta. Kuzey ve Doğu kısımlarında, Ermeni dilince kale anlamına gelen Ghaleat (Ahlat, Ç. N.), Argish (Erciş, Ç. N.) ve Van (Artemita) yer alırken, Güney ve Batı kısımları çorak ve ıssız bir görünüşe sahip.

Tepeden bir vadiye doğru indik ve Ermeni köyü Teyrut’ta kahvaltı yaptık. Bu köy gölden 1 mil, Van’dan ise 40 saat uzaklıkta idi. Öğleden sonra 2’de, sıcaklık biraz azalınca yolculuğumuza yeniden başladık ve 4 saat veya 14 mil yol yürüyerek akşam sonunda Hristiyanların yaşadığı Tchokar’a (Çukur. Ç. N.) ulaştık. Bu köy Nemrut’un en son ve en yüksek tepesinin dibinde yer alıyordu. Göl kıyısı boyunca keyifli bir seyahat yaptık ki, yaklaşık yarım millik bir mesafe içinde dağlar suya (göle) doğru hafif bir eğilim gösteriyordu. 2 mil sonra doğu kuzeydoğu yönünde Ahlat kasabasını gördük. Burası 5 mil uzağımızda idi. Gölün kuzeybatı ucundan 1 mil kadar uzaklıkta olan Ahlat, 1000 haneye sahip. Burası bir Bey tarafından yönetiliyor ve meyve bahçeleri ile süslenmiş bir kasaba. 

Bu çorak diyarlarda, 7. milde sahil kenarındaki Gezag ve 8. milde yine sahil kenarındaki Teygag köylerinin ağaçlarla çevrili olmaları çok iç açıcı bir etki yaptı.  Gün sakin ve aşırı sıcaktı. Ancak tepelerin yamaçlarında bulunan karları yemek bizleri epeyi bir rahatlattı.

12. milde, güneybatıya doğru uzanan bir koy ya d körfezin dibinde, Tedvan (Tatvan) köyü ve limanı yer alırken, onun hemen 3 mil batısındaki tepeler arasında Şarbas adlı başka bir köy bulunmakta. Bu haşin coğrafya, bizim kadim feodal derebeylerimizden bihaber olarak kendi kalelerinde görkemli bir şekilde yaşayan Kürd Beylerinin egemenlikleri altında bulunmakta. Bu beyler, şimdiye kadar hep Türklere ve İranlılara karşı bağımsızlıklarını korumuşlardır. Çukur köyü uyumak için doğru dürüst bir yer sunamadığından, gecenin soğuğuna rağmen halılarımızı kilisenin kuytu yerindeki bir oturak üzerine sermek zorunda kaldık. Kilise dikdörtgen şeklinde kesme taşlardan yapılmış ve küçük Gotik pencerelerinden içeriye gelen loş ışıkla aydınlanan küçük bir kiliseydi. Her köyün Erzurum patriği tarafından atanmış ya manastırlarda ya da daha büyük kasabalarda eğitim görmüş papazı mevcut. Kilise cemaati olan her bölge, yılda bir kez piskopos ve diyakoz tarafından ziyaret edilmekte. Bu dini görevliler bölgelerdeki din adamlarını teftiş bahanesiyle, köylülerden zorla para topluyorlar. 

Başımızdan geçen ve az sonra anlatacağım maceradan dolayı, bizimle olan adamlarımızın moralini yükseltmek için Çukur’dan 3 kuruşa bir lamba satın aldık.

Yolumuzun yarısına geldiğimizde, bize şüpheli gözlerle bakan ve bizlere saldırıp saldırmamakta tereddüt eden bir Lesgae (!? Lezgi olabilir. Ç. N.) grubuyla karşılaştık. Neyse onlar bizi geçtiler. Ancak biraz sonrasında aynı cinsten başka bir grupla karşılaştık ki sağlam silahlanmış süvarilerdi. Ben birkaç metre ilerideydim ve beni engellemeye çalıştılar. Ancak onları atlattım. Ardından Bay Chavasse’yi ittiler ve tehditkâr bir tavırla nereye gittiğimizi sorup, soracıyı (!?) durdurdular. Birkaç dakika bir şeyler görüştüler ve içlerinden biri tüfeğini kurcalayarak atını sürüp yüklü bir atımızı yakaladı. Rehberimiz ve yardımcıları bizimle değillerdi. Buna rağmen Lezgi’nin bizim yükümüzü aldığını görünce anında ellerimizde tabancalar atlarımızı onlara doğru sürdük. Bizi temkinli ve direnmekte kararlı görünce, hemen ellerindekileri bırakarak geriye dönüp, tahminimizce arkaşlarından yardım istemek için, gerisin geriye dörtnala kaçtılar. Rehberimiz olan Kürd ve adamları daha sonra geldiler ve başka herhangi bir tacize maruz kalmadan yolculuğumuza devam ettik.

2 Temmuz

Bu sabah saat 6’da atlarımıza bindik ve termometre 64 Fahrenhaytı göstermekteydi. Erzurum’dan ayrıldığımızdan beri iklim giderek ılımanlaşmaktaydı. Gecelerin her zaman soğuk olmasına rağmen, gündüzleri güneşin bulaşıcı sıcaklığını hissediyorduk.  İlk beş mil boyunca yol vadiyi, daha doğrusu iki büyük dağ sırasını ayıran ovayı, boydan boya geçerek devam etti. 6. milde Bitlis Suyu’nun kaynağını geçtik ve Hateraş (Artuş Dağları) içindeki bir geçitten devam ederek suyun paraleli boyunca var olan eski bir yol kalıntısı üzerinden ilerledik. 8. milde Sahar köyünü, 9. milde ise sol tarafımızda kalan ve güzel bir şelale oluşturarak Bitlis Suyu ile birleşen bir dereyi geçtik.  10. milde bahsini ettiğim bu iki suya, üçüncü bir su daha karışıyordu ki üçü hep birlikte bir çağlayan meydana getiriyorlardı. Bu oluşum da bizlerin tam Bitlis şehrine girmesi öncesi bir noktada gerçekleşiyordu. Bitlis Beyi, konaklamamız için kendi konağında bizler için bir oda hazırlanmasını emretti ki orada kendi başımıza kalabilseydik çok rahat edecektik. Zira insanların bizi görme merakı o kadar büyüktü ki, geldiğimiz andan ayrıldığımız ana kadar odamızdan hiç eksik olmadılar.

Biz oturduktan yaklaşık yarım saat sonra Bey’in kendisi bizi ziyarete geldi: Uzun boylu, yakışıklı bir adamdı. Tavırları kibardı ve her bakımdan o kaba ve laubali adamlarından çok farklıydı. Silahlarımızı incelemeye çok hevesliydi ve tabancalarımızın çok kısa olduklarını, ayrıca yeterince de işlemeli olmadıklarını söyleyerek küçümseme ifade etti. Mısır’da bulunmuş ve Bay Sidney Smith’ten ve diğer İngiliz subaylarından, sanki onları yakından tanıyormuşçasına bahsediyordu. Kürdler, şimdiye kadar tanıştığım tüm insan ırklarından daha fazla silahtan zevk alıyorlar. Atlarının güzelliği ve teçhizatlarının değeri ile de çok gurur duyuyorlar. Bir Kürd lideri savaş meydanına çıkınca; donanımı ile Orta Çağ’daki şövalyelerin donanımından az farklıdır. Muhtemelen yüce Salahadin’in (Selahaddin Eyyubi) emrinde savaşan Sarazenlerin donanımı da şu an Perslere karşı savaşanın ki (seyyahın ziyareti sırasında İran’a karşı savaşan Kürd Beyi’nden bahsediyor, Ç. N.) ile aynıydı. Göğüs kısmı, altın ve gümüş işlemeli çelik bir korseyle korunuyor; pirinç çivilerle kalın bir şekilde çivilenmiş küçük bir tahta kalkan taşıyor ki, kullanılmadığı zaman sol omzuna asılıyor. Mızrağı, aynı zamanda atlı olan yaveri tarafından taşınır ve sırtında da bir karabina (bir tür tüfek, Ç. N.) asılıdır. Tabancaları ve hançeri kuşağına yerleştirilmiş olup, hafif bir kılıç da eyerinin yan tarafına bağlıdır. Sağda, her biri yaklaşık iki buçuk feet uzunluğunda üç mızrak tutan küçük bir heybe asılıdır. Solda, eyerin yayında, tüm silahlarının en ölümcülü olan bir gürz göze çarpar ki bu da iki buçuk feet uzunluğundadır. Bazen altın, bazen de değerli başka taşlarla bezenir. Şu anda Kürdistan’da kullanılanlara tıpa tıp benzeyen bu tür bir gürzü, Dresden’in eski cephaneliğinde gördüğümü hatırlıyorum. O kısa mızrakların uçları 6 inç uzunluğunda çeliktendir. Tepelerinde demirden veyahut kurşundan yapılma bir ağırlık vardır ki bu da onların fırlatılınca hız kazanmalarını sağlamak içindir.

3 – 4 Temmuz

Kürdistan’ın bu bölümünün başkenti olan Bitlis, Hateraş Dağları’nın kalbinde ve Dicle’ye akan iki küçük nehrin kıyısında yer almaktadır. Biçim olarak, eski güzel bir yapı olan kalenin gövdesi bir yengeci andırırken, birçok farklı yöne uzanan dağ geçitleri ve uçurumlar da yengecin kıskaçlarını andırır. Şehir o kadar eski ki Kürdlerin efsanelerine göre, Nuh’un doğrudan torunları olanlar tarafından, Tufan’dan birkaç yıl sonra kurulmuş: evler takdire şayan bir şekilde kesme taştan inşa edilmişler. Evlerin damları düz ve yapılar elma, armut, erik, ceviz ve kiraz ağaçlarıyla dolu olan bahçeler ile çevrililer.

Sokaklar genellikle yokuş olduğundan ulaşım zor. Her ev kendi başına küçük bir kale gibi duruyor ki, dünyanın bu çalkantılı bölgesinde gereksiz olmayan bir önlem. Birçoğunun Gotik tarzında olduğu gibi sivri kemerli büyük pencereleri var. Kale ise, çok eski zamanlardan kaldığı belli olan kısmen yerleşik kısmen harap halde ve şehrin ortasındaki boşluktan yükselen, izole ve dik bir kaya kütlesi üzerine yapılmış. Burası aile arası çekişmelerden dolayı harap olana kadar, Kürdistan’ın en güçlü şehzadeleri olan Bitlis’in eski han ve beylerinin ikametgahıydı.

Kalenin duvarları evlerle aynı taştan inşa edilmiş ve surlar yaklaşık 100 feet yüksekliğinde. Şehirde yaklaşık 30 cami, 8 kilise, 4 hamam ve birçok han bulunuyor. Nüfusun 12 bin kişi olduğu söyleniyor ki, bunların yarısı Müslümanlar ve geri kalan ise Hristiyan inancına sahip Ermeniler.

Şehirdeki dereler, her biri taştan yapılmış yirmiden fazla köprüyle geçilir. Çarşıları bol meyve ve erzak ile dolu. Fakat kumaş, hırdavat vb. gibi diğer birçok eşya aşırı pahalı olduğundan, haliyle her zaman tedarik edilememekte. Tüccarlar bazen silah eşliğinde iyi korunan kervanlarla mal getirmeye kalkışıyorlar. Fakat ülkenin içinde bulunduğu durumdan ötürü, sürekli yağmalanıp öldürülme korkusu içindeler.

Bitlis’te yetişen elmalar, erikler ve cevizler mükemmele ulaşıyorlar. Şehrin 6 mil doğusunda bir köy olan Golti’nin (Kolti) üzüm bağlarından, mükemmel şarap ve brendi (rakı) üretiliyor. Ancak esas itibariyle araziler otlaklara tahsis edilmiş durumdalar. Eğer görünüşe dayanarak bir fikir beyan edeceksek, buranın yerlileri, buğday ekimi ile uğraşmaktansa, sebze ve meyve yetiştirmeyi yeğliyorlar. Bahçelerinin sulaması, küçük su kemerleri ve kanallar vasıtasıyla derelerden ve dağlardan taşınarak gerçekleşmekte. Okuma yazması olmayan fakat hidrolik konusunda bu kadar iyi olan insanlara nadiren rastladım. Bazı su kemerleri, 5-6 mil mesafe uzaktan suyu getiriyor. Bu kemerler tepelerin etrafına kazılmış küçük kanallar şeklindedir. Bunların seviye ve eğimleri, herhangi bir ölçüm araç gereci kullanılmadan en yüksek hassasiyette sağlanmıştır.  Bu ilginç bir durum. Zira Kürdler eğitimden yoksun, sert ve acımasız bir mizaca sahip olmalarından ötürü, bu durum oldukça sıra dışı bir hal teşkil ediyor. Eğer din değiştirme dönemini dışarıda tutacak olursak, ta Ksenefon (M.Ö. 400’ler, Ç. N.) zamanından beri Kürdlerin, tavır ve karakterleri değişmemiştir.

Bitlis, Muş paşası tarafından sözde atanmış bir Bey’e bağlıdır. Ancak asıl hakimiyet, feodal beyler soyundan ve çevredeki tüm toprakların efendisi olan, Kürdlerin Hanı’nın elindedir. Anladığım kadarıyla bu Bey, geçen birkaç yıldır Babıali’ye bir dereceye kadar tâbi olmuş ve yıllık vergi de vermekte.

Lis’den (Bulanık mıntıkası, Ç. N.) ayrıldığımız beri yollar çok iyi durumdalar. Öyle ki kağnılar, top arabaları ve hatta her türden tekerlekli araç için uygunlar. Ancak bu durum sadece sonbahar ve bahar ayları için geçerlidir. Çünkü kışın bütün ülke karlarla kaplanmakta. İlkbaharda karların erimesi ile oluşan seller de şehirler arasındaki ulaşımı son derece zorlaştırmakta.

Bitlis’te 3 gün kaldıktan sonra, 7 Temmuz sabahı Siirt’e, yani eski Tigranocerta’ya doğru hareket ettik.

Seyyah J. M. Kinneir, daha sonra bir tepede bulunan Bey’in evinden ayrılarak, Bitlis Kalesi ve çarşısını ziyaret ettiklerini ve orada yıkılmaya terk edilmiş camilerin ve medreselerin bulunduğunu aktarıyor. Ardından ceviz, erik, elma, dut ve meyve ağaçlarının olduğu ekili ve yemyeşil mıntıkalardan geçerek önce Olek köyüne, sonrasında da geceyi geçirmek için durdukları fakir ve sefil haldeki Şeyhcuma köyünden bahsediyor. Atlarının değiştirilmesi için 2 günlerini geçirdikleri Şeyhcuma’nın pirinç tarlalarına da değiniyor seyyah.

’Buğday, arpa ve bazen pirinç, Kürdistan’da yetiştirilen tek tahıl ürünü gibi görünse de marul salatalık, lahana vb. Gibi yaygın olan sebzelerin bolluğu da göz çarpıyor’ diye belirtiyor seyyah. İbrahim ağa adlı birisinin köyü olan Sepra’yı geçtikten sonra, meşe ağaçları ile kaplı bir arazi üzeri 3 saat devam ederek Eurak köyünden geçiyorlar. İçinde 2 köy bulunan Tasil ovasından da geçtikten sonra, geceyi geçirmek üzere Tiskin köyünde duruyorlar.

Ertesi gün 10 Temmuz’da, Tag ve Tolan köylerinden geçiyorlar. Yol üzerindeki Halasni köyünü de ziyaret ediyorlar. 10 millik bir yolculuk sonrası Siirt’e ulaşıyorlar ve doğruca muhafızlar tarafından korunan bir kalede ikamet eden Bey’in (seyyah Ağa diyor, Ç. N.) ikametgahına gidiyorlar ki, içeri girmek için herkesin silahlarını ve hançerlerini binanın dışında bırakması şartının olduğunu da aktarıyor seyyah.

Seyyahı ve ekibini büyük bir sıcaklık ve dostça karşılayan Bey’in, onlara kahve ve tütün (çubuk) ikram ettiğini söyleyen M. J. Kinneir, Bey’in sadece birkaç kelime Türkçe bildiğini, ancak Bey’in imamının Farsça bildiğinden seyyahın ekibindekiler ile bu imam aracılığı ile konuşabildiklerini yazıyor. Geceyi Bey’in ikametgahında geçiren seyyah ve ekibi, akşam yemeğinde çorba ve pilavın olduğunu anlatırken, yemekte oturanlarında sahip oldukları mertebenin hiyerarşisine göre sıralandıklarını belirtiyor. Seyyah Kinneir, ’köyden biraz daha büyük bir kasaba’ diye tanımladığı Siirt’in, Bitlis şehrinin içinden geçen ve Kürdler tarafından Kabur (Kosur olmalı, Ç. N.), Romalılar tarafından Nicephorius diye adlandırılan iki çayın birleşmesiyle oluşan bir nehre çok kısa bir mesafede konumlandığını ve ahalisinin de yaklaşık 3 000 kişiden mevcut olduğunu yazıyor. Bu ahalinin yarısının Müslüman yarısının da Keldaniler, Süryaniler ve Ermenilerden oluşan Hristiyanlardan meydana geldiğini aktaran J. M. Kinneir, Siirt ziyareti sonrası Mardin istikametine doğru gezisine devam ediyor.

Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu

Kaynak

Through Asia Minor, Armenia and Koordistan, in the years 1813 and 1814; with Remarks on the Marches of Alexander the Great and of the Ten Thousand Greeks, London 1818, s. 381- 409, Sir John MacDonald Kinneir.

Bitlisname.com kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.