Britanyalı bir yerbilimci ve coğrafyacı olan Dr. William Francis Ainsworth, Londra’daki Kraliyet Coğrafya Topluluğu tarafından Keldanileri incelemek için günümüz Irak coğrafyasına gönderilir. Bu yolculuğu sırasında güzergahı üzerinde bulunan Bitlis’ten de geçen Ainsworth, şehrin coğrafik, mimari ve demografik detaylarına dair notlar alır ve tüm bu anılarını 1842 yılında yayımladığı ‘Travels and Researches in Asia Minor, Mesopotamia, Chaldea and Armenia’ adlı 2 ciltlik eserinde paylaşır.

Aşağıdaki derlemem, Ainsworth’un Bitlis ile ilgili olan anlatımlarını kapsayan 363 – 377 sayfalarının aslına sadık kalınarak çevirilmiştir.

Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu

1 Eylül 1839

Siirt ovasından ayrılırken, sola doğru Halasnu tepesini ve köyünü geçip, kireçli toprak ve alçıtaşı içeren geçitlere girdik. Siirt çevresindeki akarsular diğer tüm sular gibi, Botan Çayı’nın değil, Bitlis Çayı’nın kollarıdır. Daha sonra ekili bir araziyi geçtik. Ardından mor kumtaşları arasından, neredeyse kurumuş bir tuz akıntısının kıyılarına hızlı bir iniş yaptık. Buradan itibaren oldukça dik bir yokuş, bir dizi alçak tepenin üzerinden geçiyordu. Biz de buradan Bitlis Çayı’nın önemli bir kolunun kıyısına indik ve Roma Katolik Keldanilerin ve Ermenilerin yaşadığı Tawah köyünde kısa bir süre dinlendik. Tepenin güneybatı yamacında, Roma Katolik Süryanilerinin bir köyü olan Bada, doğuda ise yaklaşık iki buçuk mil uzaklıkta, kayalıklar arasında yüksekte konumlanmış harabe bir kalesi ile Şirvanlı Kürdlerin, Süryanilerin ve Ermenilerin yaşadığı büyük Kufra* köyü vardı. Bagajlarımızın ikinci yere gönderilmiş olmalarından dolayı, fazladan bir tur attıktan sonra, içinde yerli halk tarafından büyük miktarlarda tuz elde edilen kaynakların bulunduğu bir vadiden devam ederek ve Kufra’nın yüksek tepelerine ulaştık.

Kufra* Kürdler tarafından bir kasaba olarak görülmekte. Şirvan Beyi’nin sarayı buradan sadece bir saat uzaklıkta ki bu Bey hem güçlü hem de bağımsız olup, Hasankeyf ailesinin yani, Eyyubilerin genç bir kolu ve Selahaddin’in soyundandır. Şirvan’da ayrıca bir altın madeninin olduğu da söylenmekte.

Buradaki Kürdler, biz köyün dışına çıktığımızda son derece kaba ve müdahaleciydiler ki bu da sonunda bir sürtüşmeye yol açtı. Kürdlerden birinin yüzü yarıldı ve Bedevi hizmetçimizin de kafası bir taşla kırıldı. Bay Rassam, aşiret reisine bir hediye götürmeyi akıl edene kadar da mesele çözülmedi. Buna rağmen, intikamlarını tam olarak alamamış olan Kürdler, ertesi gün yolumuzu kesmek için kararlılıklarını dile getirdiklerinden, Bay Rassam da bir muhafız tutmanın uygun olacağını düşündü. 

5 Eylül 

Ortasında bulunduğumuz dağlık bölge, Ali Dağı’nın bir parçasını oluşturmaktaydı. Ancak yakın mıntıkaya Bakiye adı veriliyordu. Birkaç köyün ve bir kalenin de yer aldığı karşıdaki tepelerde bolca ekin arazisi bulunuyordu. Buradaki akarsu da aynı adı taşıyordu ve Sir Sira’nın eteklerindeki vadiye de Geli Bakiye deniyordu. Vadinin aşağısında, Ermeni köyü Sap ve daha yüksekte de ceviz ağaçlarıyla çevrili, üzüm bağları ve bahçelerle dolu bir Müslüman köyü olan Şeyh Jami (Şeyhcuman, Ç.N.) vardı. Vadiye iniş zevkli olmakla beraber, çimler ve çitler bir İngiliz sonbaharına özgü çiçekli bitkiler ile süslenmişti.

Nehri geçtiğimiz yer 40 fit genişliğinde ve 9 inç derinliğindeydi. Burası, Karkuş Han adlı eski bir hanın yakınındaydı. Onun ötesinde solda, aynı adı taşıyan yoksul bir köy vardı. Yukarıya doğru ilerlerken vadi daraldı ve yönünü değiştirdi. Nehir daha kuzeyden geliyor ve ileride yeniden doğuya doğru dönüyordu. Nehrin kıyılarından ayrılıp kil taşı kayalarının tepelerine tırmandık. Kürdlerin kamp kurdukları bir yeri geçerken, koyun satın almaya gelen Keldani arkadaşlarımızı kaybettik. Biraz ötede önümüzde uzanan, içinde sağlam inşa edilmiş Yukarı ve Aşağı Olek adlı iki köyün olduğu ve her yönden özenle açılmış kağnı yollarına sahip verimli Olek vadisini görebildiğimiz tepenin zirvesine ulaştığımızda, kendimizi başka bir ülkeye nakledilmiş gibi hayal ettik.

Olek vadisinin ötesinde (kısa bir süreliğine dinlendiğimiz yer) tekrar kil taşı tepelerini geçtik: Daha ilerimizde sağda, bu dağlardaki tek kayda değer su olan Bakiye nehrinin yukarısında konumlanmış, verimli ve büyük köylere sahip Çayna bölgesi bulunmaktaydı. İlerleyerek içinde yerleşik ve sabit bir köy ile bir kamp yeri bulunan İnip vadisine indik. Üstleri mika taşı kaplı olan kireçtaşlarının yoğun bulunduğu, dar bir geçitten geçerek oradan ayrıldık ki da tam bu noktada iki kayanın birleştiği bir yerden gür bir su kaynağı çıkıyordu.

Kayalık ve dolambaçlı bu geçit, bizi içinde 10 fit genişliğine ve 1 fit derinliğine sahip küçük bir çayın aktığı, Bitlis Çayı vadisine getirdi. Bu çayın aktığı yönü takip ederek Bitlis Kalesi’ne vardık. Akabinde bu olağanüstü şehri oluşturan kaya terasları, üst üste dizilmiş gibi duran bahçeleri, tablo kadar güzel bir manzaraya sahip ve sonu gelmeyen sıralı evleri ile Bitlis, bizim hayranlık ile bakan gözlerimize hemen kendini gösterdi. 

Efendileri olan Padişah’ı, mağrur bir şekilde hiçe sayarak buralara hüküm süren eski Kürd Beyleri artık yola getirilmişler. Albay Shiel ve Konsolos Bay Brant’ın ziyaretleri sırasında (1836 – 1838) hediyeler alan Bey (Kürd Şerif Bey, Ç. N.), İngilizlerin geldiğini duyduğunda nezaket gösteriminde aşırıya kaçtı ve kendi evinde konaklamamız için epeyi ısrar etti. Bu ısrarı kabul etmememiz üzerine; bizleri yakında bulunan ve mutfağından faydalanabileceğimiz bir Ermeni evine yönlendirdi. 

Bitlis, Kinneir tarafından görünüşü itibariyle bir yengece benzetilen, tablo gibi güzel ve hayli ilginç bir yerleşim yeri olarak uzun ifadelerle son zamanlarda hep anlatılmıştır. Fakat bu anlatımlardan hiçbiri, ben burayı bizzat gezdikten sonra şehrin sahip olduğu özelliklerin aktarımı hususunda şahsımı tatmin etmedi. 

Evlerin ve kamu binalarının daha önce anlatılan yumuşak kumtaşından yapılmışlardır bilgisi doğru değil. Bunlar şehrin kuruluşunda kullanılan taş ile aynı olan, Nemrut Dağı’ndan akıp Bitlis vadisinin neredeyse tamamını dolduran kırmızı ve kahverengi lav taşı ile yapılmış binalardır. Çivardaki dağlar mikaşist taşları üzerine oturan kalkerlerden oluşmuş. Lava sadece vadide bulunuyor ve genellikle hafif ufalanabilir gözenekli kayadır. Ancak bazı yerlerde yoğun ve ojit hale gelerek bazalta dönüşüyor. 

Şehri çevreleyen dağların konumu, büyük ölçekli her biri kendi su koluna sahip olan ve her biri neredeyse evler ve bahçeler ile dolu olan  iki ayrı vadinin ortaya çıkmasına neden olmuş. Ancak sonradan  akarak gelen lavlar, kısmen konumları ile ve kısmen de neden oldukları aşındırmadan kaynaklı bu vadilerin görünümünde ve doğasında çeşitliliğe neden olmuş. Bu durum, düzenli ve sürekli devam eden tepeli yamaçların olduğu kuzeydoğu vadisinde pek belirgin değil. Buradaki dağın havza benzeri kavisi, sevimli ve dağınık halde dizili evler ile dolu ki bakımlı meyve bahçeleri ve bostanlar birbiri üzerine konumlandırılmış gibi duruyor. Bu tekdüzelik, köşe bucakta bulunan bir Ermeni Kilisesi harabesi ile veya kuytu bir mescidin beyaz kubbesi tarafından bozuluyor. Ama esas olarak lavdan oluşan bir kara parçası bu iki vadiyi bölüyor ve bu kara parçasının  tepesi, paralelkenar tarzda modern bir yapı olan Saray binası (Şerif Bey’in tepedeki konağı, Ç. N.) ile taçlanmış. Güneye doğru olan bu yarımada uzantısında bir çarşı ve hemen ardından yapı malzemesinin kasvetinden ötürü eski bir görünüme sahip uzunca sıralanmış bir dizi sağlam ev ve konak bulunuyor.

Bu evler genellikle mazgallı duvarlarla çevrili olup,  yüksek kemerlere, geniş kapı ve cephelere sahipler. Bu evler ekseriyetle Ermenilere aitler.  Aynı yarımada, batıya doğru vadi üzerinde sarp kayalıklarla birdenbire sona eriyor. Değişik yüksekliklerdeki kaya teraslarının cephelerinde, kenarlarında ve sahanın mümkün kıldığı derinliklere serpiştirilmiş aynı tarza sahip balkonlu evler, bahçeler ve ağaçlar mevcut. Büyük batı vadisinde bu özellikler o kadar sık tekrarlanyor ki, neredeyse betimlemeleri şaşırtır. Bununla birlikte, buradaki en göze çarpan nesneler, neredeyse tek başına kalmış lava kütlesi üzerinde duran ve eski ulu kalenin kalıntılarıdır.

Kalenin eski cephesinin yükseldiği uçurum alçak bir seviyede ki hemen hemen vadinin ortasında konumlanmış. Aşağı kısım büyük bir han, evler ve çarşılar ile tıka basa dolu halde. Bunların arasında kara ve engebeli lav kayalıkları üzerinde ara sıra bir sütun gibi yükselen beyaz badanalı bir mescid ya da minare de hoş bir tezat oluştuyor. 

Bitlis dereleri, kalenin yukarısındaki kayaların ve evlerin arasından o kadar yoğun ve kıvrılarak aşağıya doğru geliyorlar ki birinin nerede başlayıp diğerinin nerede bittiğini ayırt etmek neredeyse imkansız.

Kilometrelerce uzunluğundaki bahçeleri sulamak için kanallar aracılığıyla su taşınıyor ki bu sular buradan sonra sayısız dereler halinde tekrardan uçurumlardan aşağı akıyorlar. Döküldükleri vadilerde sağda solda var olan yeşil kıyıları, meyve ağaçlarını ve çiçeklerle dolu yamaçları sevindiriyor ve sonunda da oyuk şeklindeki girintilere dökülerek kayboluyorlar. 

Bitlis’te 2000 Müslüman evi (Kürdler, Türkmenler, Şiiler ve Osmanlılar); 1000 Ermeni evi, 50 Süryani ve biraz da Keldani evi bulunduğu söyleniyor. Kinneir 12 000 kişinin burada yaşadığını tahmin etmiştir. Albay Shiel sadece 1500 evin olduğunu söylemiştir. Benim ulaştığım bilgiler ise Konsolos Brant ve Bay Souhtgate’in verileri ile örtüşüyor. 3 cami, 12 mescit ve çok sayıda tekke bulunuyor. Ermenilerin 3’ü harabe halde olan 8 kilisesi var. Süryani ve Keldanilerin de kendilerine ait birer ibadethaneleri mevcut.  

Tüccarlar ve mallar için hanlar bulunmakta. Şehirdeki ticaret, yün ürünleri, tütün, mazı ve kitre zamkından (ağaç sakızı) oluşmakta. Kitre zamkı (ağaç sakızı) yıllık 12 000 okka ihraç edilmekte. İran’dan ham pamuk getiriliyor ve şehirde pamuklu elbiseler üretiliyor. Ticaret içerisindeki Hristiyanlar, zanaatkar olarak görev alırken, tekstil boyama ve rakı damıtma işlerinde de çalışıyorlar.

Bitlis Sarayı, Bay Glasscott’un gözlemlerine göre 42° 4’ 45” doğu boylamında yer alıyor ki bu da bizim kronometrik gözlemlerimize oldukça yakın bir sonuç. Aynı yerin Kuzey enlemi Güneş ve Ay’ın meridyen yüksekliğine göre 38° 24’ 5” idi. Bay Glasscott’ın gözlemlerine göre bu ölçüm 38° 23’ 54” idi. Barometrenin göstergesi olan 5470, hanın yaklaşık 300 fit yukarısında. Kaynama noktası derecesi çok yüksek değer vermedi. Saray için bu sonuç yalnızca yaklaşık 5000 fit yüksekliğinde. 

Bu yükseklikte ahali asla evlerin damında uyumaz ve kavun, karpuz, üzüm ve incir; elma, armut, erik, lahana ve ılıman iklimin sebzeleri yan yana yetişirler. Şehrin yerli Hıristiyanları seyahat ederek Avrupa mallarını buraya getiriyorlar. Yanlarında konkladığımız evde, özel muhafız birliği askelerinin önündeki pozuyla, Napoleon’a ait bir Fransız tablosu odamızı süslüyordu. 

Bitlis’in açıkça çok eski bir şehir olmasına rağmen, tarihi geçmişi pek bilinmez. Ermeni din adamlarının kayıtlarında da yer almaz. St. Martin, Bitlis’in Kürd Beyleri tarafından yönetildiğini söylemiştir. Bununla birlikte, Artaxata (Aras) ve Tigranokerd (Silvan/Diyarbekir) arasındaki güzergah başka türlü açık olamayacağından, eski zamanlarda Ermenilerin elinde olmalıydı. Seyyah Tavernier’in zamanında (1660’lar) burası bağımsız bir bey tarafından yönetilmekteydi ki şu anda da öyle ve Kürd bir aileden olan bir beyin idaresinde. Kürd ailelerinde Beylik babadan oğula geçmekte. Ancak beyliğin son temsilcisi, Osmanlı’nın Erzurum Paşası tarafından yerinden edilmiş ve onun yerine Sultan’a karşı daha iyi olduğu düşünülen kardeşi getirilmiş. Görevden alınan Bey’in 12 yaşındaki oğlu, burada kaldığımız süre boyunca zamanının çoğunu bizimle geçirdi. 

7 Eylül

Bitlis’ten üzülerek ayrılan ilk gezginler biz değildik. O güzel teraslarında ve gözden uzak konaklarında bir hafta daha seve seve geçirebilirdik. Güzergahımız üzerindeki Bitlis Çayı vadisinden geçerek, at sırtında bir saatlik yolculuk sonrası Papşen Hanı’na vardık. Bu han, siyah lav taşından muntazam bir şekilde yapılmış olup, suları basanit lav seti üzerine dökülen küçük bir derenin yanında yer alıyordu. Hanın arka tarafında aynı adı taşıyan bir köy de vardı. Tam bir saatlik mesafede, benzer sağlam mimariye sahip başka bir hanın yanından geçtik ve sonraki bir saatlik yolculuk sonrasında yolumuz bizi Başhan adında bir hana getirdi. Adından da anlaşılacağı üzere, burası suların başındadır. Burası, Dicle havzasına suyunu boşaltan son kaynağın kenarındadır ki bundan sonraki tüm saha dümdüz olup ta Nemrut Dağı’nın eteğine ve Van Gölü’ne kadar uzanır.

Şarklılar coğrafyanın bu fiziki harikalarına duyarsız değiller. Büyük Zap ile İran nehirleri arasındaki havza hattında Başkale bulunmakta ve dolayısıyla onların da orada bir Başhan’ı var. Başhan, kaynama noktası termometresinde 5690 fit rakımında yer alıyor ki bu da Bitlis’in denizden yüksekliğinin kaynama noktası termometresi ile gösterildiği gibi 5475 değil, yaklaşık 5000 fite tekabül ettiğini göstermektedir.  Konsolos Bay Brant’a eşlik eden Dr. Dickson’un barometresinden çıkardığı sonuç gibi Van Gölü’nün denizden yüksekliği 5467 olduğu hesaplanamaz. Zira Bitlis’ten Başhan’a giden biri sürekli yokuş çıkar. Çünkü Başhan’dan Tatvan’a giden yol düzlükdür. 

Büyük Kürd köyü Norşen’i geçtikten sonra, izole haldeki bir mezarlıkta bulunan bir kümbete vardık. Yarı dairesel bir kubbesi, sivri kemerli pencereleri ve eğimli bir mahseni olan, üst kısmı kırmızı lavdan yapılmış çok güzel bir yapıydı. Bu kümbet Kara Su’nun membalarını oluşturan pınarın hemen yanında inşa edilmiş. Volkanik kayadaki derin dairesel bir oyukta, doğal bir artezyen kaynağı bulduğumuza şaşırdık. Su, iki gür dere şeklinde kraterin karşılıklı ağızları üstünden akıyor. Her birinin kaynağındaki genişliği 30 fit olup, kısa bir süre sonra birleşiyorlar. Kraterin kendisinin çevresi 220 fit iken, denizden yüksekliği ise 4540 fitdir. 

Kaynağın yakınından geçmiş olması gereken Konsolos Bay Brant’ın burayı rehberlerinden duymamış olması ilginçtir. Bu yoldan geçmiş Rahip Bay Southgate, Nemrut Dağı’nın zirvesinde var olduğu söylenen ve derinliği bilinmeyen bir pınar ile, bahse konu olan kaynağın birbiriyle irtibatlı olduğundan bahseder. Bu nedenle, çoğu zaman olduğu gibi mahalli adet ve anlatımların, fiziksel araştırmaların sonuçlarıyla örtüştüğü görülmektedir. St. Martin de Ermeni yazarların etkisiyle bu kaynağın Nemrut Dağı’na yakın olduğunu ve bunun çok dikkat çekici olduğunu fark etmiştir. Buradaki sular çıktıkları noktada çok berrak ve saflar. Ancak aktıktan kısa bir süre sonra geniş bataklık arazisine ulaşan Karasu,  adı ile uyumlu ender akarsulardan biri haline gelmektedir. 

Gece çökmeye yakın, sakinlerinin bize çok sıkıntı yarattığı Kotni adlı bir Kürd köyünde konakladık. Kavga ne yazık ki bir gencin orak ile saldırması sonucu çıktı ki o genç de kaçarken kendi orağının üzerine düşerek dizini kesti. Karşı tarafın (yani bizim) buna neden olduğunu savunan Kürd için, bu durum bir kan davası olarak kabul edildi. Birçok sert sözden ve tehditten sonra, durum bir miktar para ödeyerek çözüldü. Gece saat 1 sularında, bizim keskin gözlü hizmetkarımız yataklarımızın yakınlarında birinin dolaştığını haber verdi. Kıpırdamadan sessizce bekledik ve yaklaşık yarım sat sonra bir soygun teşebbüsünde bulunuldu. Bir adam kısa bir direnişten sonra suçüstü yakalandı. Diğer kişi ise kendisine iki el ateş edilmesine rağmen, karanlıkta kaçmayı başardı. Yakaladığımız kişi, Kürdler arasında dahi kolaylıkla yakalanabilecek kötü görünüşe sahip bir külhanbeyiydi. Bu kişinin kendilerinden biri olduğunu inkar etti köylüler. Çünkü eğer o şahsı yanımızda alıp Muş Paşası’na götürseydik, köyün daha önceden sahip olduğu kötü sicilden ötürü, bize saldırdıkları için para cezasına çarptırılacaklardı. O yüzden gün ağarana kadar o şahsı tuttuktan sonra serbest kalmasına izin verdik.

8 Eylül – Muş’a yolculuk

Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu

Kaynak

‘Travels and Researches in Asia Minor, Mesopotamia, Chaldea and Armenia’, II. Vol. (London 1842), s. 363 – 377, W. F. AINSWORTH

Bitlisname kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.