Fransa’da güzel sanatlar akademisi mezunu olan Deyrolle, 1869 yılında henüz 23 yaşındayken aralarında Trabzon, Erzurum, Bitlis ve Van da olmak üzere birçok yeri gezerek bu yerleşim yerlerinin coğrafik, etnik, kültürel ve doğa zenginliklerini inceliyor. Tarihe, etnografyaya ve tabiata olan o derin ilgisi, bu genç seyyahı bir diyardan bir başka diyara götürerek çok önemli izlenimler edinmesine vesile oluyor. Geçtiği güzergahları ve ziyaret ettiği yerleşim yerlerini not alan Deyrolle, aynı zamanda bu mıntıkalardaki tarihi yerleri, yapıları, doğaya şehre ve insana dair önemli gördüğü objelere dair çizimler de yapıyor. Kusursuz ve detaylı gravürler olan çizimlerini, yorumlarıyla birlikte 1871 yılında Le Tour Du Monde – Nouveau Journals Des Voyages adlı mecmuada Voyage dans le Lazistan et l’Arménie başlığı ile yayımlamıştır.

Seyyahın Fransızca olan orijinal anlatımı, aslına sadık kalınarak önce İngilizceye sonra da Türkçeye çevirilmiştir.

Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu

** *

Tatvan

Öğleden sonra Van Gölü’ne yarım kilometre uzaklıkta şirin bir mevkide yer alan Tatvan köyüne vardık. Burası Ahlat’ta olduğu gibi meyve ağaçlarıyla dolu bir orman değil. Aksine yeşil alanlar dağların çoraklığı ve kuraklığı ile tezat oluşturuyordu. Zenginliği iyi sulama kanallarıyla korunan güzel çayırlar, bana verimli böcek avı vaat ediyor ve bu da beni burada iki gün kalmaya sevk ediyordu. Evler ne yazık ki bölgenin cazibesine çok az uyuyordu. Sakinlerinin yaşama ve barınma biçiminde ilkel bir tarz göze çarpıyordu. Bu köyü oluşturan ve bir arada olan inler (içinde yaşadıkları yapılar) çok sağlıksız ve itinasız haldeler. Ev eşyaları yemek için kullanılan birkaç toprak ve ahşap tabak, tahıl depolamak için kavanozlardan ibaret. Halılar yatak görevini görüyor. Sakinlerin yiyecekleri neredeyse tamamen süt ürünleri, yumurta ve özellikle bulgurdan oluşuyor. Bu durumu (diyeti) kabullenmek zorundayız. Köyün çevresinde bulunan yüzlerce güvercin, şans eseri günlük hayatımızı değiştirmeye geldi. Ekmeğin, daha doğru- su pilavın yerini alan bulgur, fırında kurutulan buğday tanelerinin taş havanda dövülerek suda pişirilmesiyle yapılıyor. Bu yemek tereyağı ile tatlandırılıyor. Bu çeşni her zaman ekşidir ve yapılma biçiminden ve yapımında kullanılan kabın kirlili- ğinden kaynaklanan iğrenç bir tada sahiptir.

Ermenistan ve Kürdistan’ın çoğu yerinde kullanılan yayıklar, uçlarında kulplarla sonlandırılan ahşap veya toprak silindirlerdir (küplerdir). Bunlara bağlanan halatlar vasıtasıyla aparat, bir tavan veya bir ağacın büyük bir dalına yatay olarak asılır. Kısmen kaymak ile doldurulmuş olan bu alet, bir kadın veya bir çocuk tarafından tereyağı topaklaşana kadar sallanır. Daha sonra silindirin ortasında açılan bir delikten boşaltılır. Ancak muhafazası için gerekli yıkamalara tabi tutulmadan yapılır bu işlem.

Tatvan, 1860’lar

Ermeni ahali, Kürdistan’ın başka yerlerinde olduğu gibi burada da düzenli ve düzensiz vergilerden şikâyetçi. İkincisi en zoru. Çünkü köyden sürekli geçen her kategoriden ve rütbeden Kürdler ve Türk yetkililer tarafından alınmakta. Nitekim Tatvan, Van’dan Bitlis’e veya Erzurum’a giden seyyahların zorunlu geçiş yeri halinde. Var olan bu durum başlangıçta Ermeniler ile olan iletişimimi oldukça zora soktu. Ancak onlardan istediğim her şeyin karşılığını ödediğimi görünce, daha uzlaşmacı oldular ve ben de onlardan temin edecekleri- mi bu şekilde aldım. Yetkililer, harcırahlarını devletten aldıkları halde aynı davranış içinde bulunmuyorlardı. Zira aldıklarının karşılığını ya kamçı ile ya da doğrudan kılıç darbesi ile ödüyorlardı. Kürdlere gelince, onlar daha az resmiydiler. Köye beklenmedik bir şekilde, beş ya da altı silahlı adam olarak geldikleri görüldü. İhtiyaç duydukları yiyecek, tahıl veya sığırları talep ettiler. Tatvan köyünün sakinleri, her zamanki abartılı ve fahiş taleplerde bir indirim elde etmenin mümkün olmadığını bildiklerinden, haydutlar tarafından soyulmaya göz yumuyorlardı. Zavallı Ermeniler eğer ki ödemeyi redde- derlerse, Kürdler tek kelime etmeden geri çekiliyorlardı. An- cak gece boyunca birkaç tarlayı ateşe verip, ertesi gün daha kalabalık halde gelerek önceki gün istediklerini almak için yeniden ortaya çıkıyorlardı.

Vali İsmail Paşa’nın küçük çaplı operasyonları, bu soygunculuğa en azından geçici olarak son vermiştir. Ancak bazı Kürdleri yağmacılık alışkanlıklarından vazgeçirmek için Türk hükümetinin büyük bir kararlılık ve örnek teşkil edecek bir sertlik göstermesi gerekecek.

Erzurum Paşası, 1869’da Muş ve Bitlis çevresini kana bulayan kargaşadan sorumlu tuttuğu Kürd aşiret reislerini çağırdığında, zaptiyeler tarafından takip edilen bu reislerden biri Tatvan’daki evlerden birine sığınmıştı. Her tarafı kuşatılmış olduğu halde teslim olmayı reddetti. En sonunda, jandarmalar ile yaptığı görüşmede, liderlerinin tutsak olduğunu anlamalarını sağlamak için, atının aşiret halkının yanına dönmesine izin verilmesini sağladı. Bu hileye aldanan jandarmalar, atın dışarı çıkması için evin girişinden uzaklaştılar. Tam o esnada at aniden üzerinde içeriye gönderilen kurye ve atın bineğine yapışmış olan süvarisiyle birlikte şimşek gibi herkesin arasından geçti. Alçak kapıyı geçer geçmez, Kürd kendisini doğrultarak eyere geri döndü ve kaçtı. İki tabancasıyla oradakilere ateş etti. Jandarmalar takip etmeye cesaret edemeyecek kadar şaşırmışlardı. Bir atın altından ancak başını eğerek geçebileceği bir evin kapısından atlı bir adamın çıktığını görünce gerçekten de şaşırmakta haklıydılar.

Yılın belirli zamanlarında, kıyıya çekilmiş birkaç teknenin görüldüğü küçük bir koydan başka bir şey olmayan Tatvan limanına, Van’dan gönderilen kuru balık ve soda gelir. Bunun karşılığında Bitlis’ten gelen odun ve çeşitli mallar oraya ta- şınır. Ama bu seyrüseferin pek önemi yoktur. Çünkü burada kullanılan tekneler söğüt ve kavak ağacından çok kötü inşa edilmiştir. Ayrıca sadece iyi bir hava ve elverişli rüzgarlarla yelken açarlar.

Hesapladığım gibi Tatvan’da bu yöreye özgü olan güzel bir böcek koleksiyonu yaptım ve ayrıca birkaç angut ördeği de vurdum. Bu muhteşem kuş, Van Gölü kıyılarında çok yay- gındır. Ancak elde etmek zordur. Çünkü sabır ve biraz çe- viklik gerektirir. Bu ördekleri vurmak için, tatlı suyun küçük bataklıklar oluşturduğu bir yerde, kıyıdaki kuma uzandım. O vakit hala çiftler halinde yaşayan bu kuşları, yavrularıyla bir- likte bekledim. Sayıları sekiz ya da on olan ve kıyıdan biraz uzaktaki gölde birlikte yüzerek, yiyecek bulmak için kıyıya çıktılar ve bunu oldukça düzenli saatlerde yaptılar. Bütün aile bataklığa yüz metre ilerlediğinde ayağa kalktım ve koşarak geri çekilmelerini engellemek için hızla ilerledim. Henüz uçmamış olan yavrular beni görür görmez geri döndüler. Hızla göle koştular. Anne ve babalar da yanımdan uçup etrafımda dönüp dikkatimi dağıtıyordu. Bu da onları vurmamı kolaylaştırdı. Bu ördekler o kadar hızlı koşuyorlardı ki, yavrulara ateş edemeden suya ulaştılar. Gölde de büyük bir hızla yüzdüler ve hızla ellerimden kaçtılar.

Bu kuşlar hiçbir yerde Kürdistan ovalarından daha bol değiller. Türkler bu kuşa kaz-tilki diyor.

Bitlis

Ayın onyedisinde, büyük şehir Bitlis’i ziyaret etmek için bu sefil Tatvan köyünden ayrılmak için acele ettik. Yetişip, olgunlaşmaları baltalar tarafından engellenmiş meşe ağaçları ile kaplı hafif bir yokuşu tırmandık. Tatvan’dan iki kilometre uzakta, sağında ve solunda dağlarla çevrili geniş bir ova açıldı önümüze. İki saatlik bir yürüyüşten sonra kırmızı tuğlalı büyük bir yapıya yaklaştık. Bu, zamanla neredeyse yıkılmış bir handı. Orada birkaç dakika durduk ve çok ilginç olan bu harabelerin içine girdim. Bizim gelişimiz buranın yegâne sakinleri olan yabani güvercinlerin ürkmesine neden oldu. Taşların arasındaki deliklerden bir hışımla hepsi kaçıştılar. Ancak birkaç tüfek ateşi sonrası bazıları elimize düştü.

Bu devasa kervansarayı gezerken ahırda çok sayıda iskelet buldum. Bunlar, kervanların bazen bu handa kar tarafından hapsedildiklerinden yaptıkları zorunlu konaklama sırasında, orada ölen atlara aitti. Zaptiyemiz bize kendisinin bir keresinde bu şekilde; bu yığınlar arasında bir ay kaldığını söyledi. Genellikle yiyecek taşımayan kervanın atları, önce torbalardaki samanları yemişler. Ardından odunları kemir- mişler ve en sonunda da ölmüşler. Haliyle bu durumda handaki kervancılar da kısa süre sonra bu hayvanların etinden başka yiyeceğe sahip olmuyorlardı.

Şu anda Türkiye’de yaşananlar, iyi niyetlerine rağmen, Türk yönetiminin başkente yakın bölgelerde bile herhangi bir şeyi organize etmekten ne kadar aciz olduğunu çok iyi kanıtlıyor. Kervanların ve tüccarların, benzer felaketlere bu kadar sık maruz kalmaması için Kürdistan’ın uzak bölgelerinde neler yapılması gerektiğini burada söylemek gerekiyor. Gerçekte, hükümetin en azından hanın damının bakımını ve onarımını yapması ve bu gibi acil durumlar için belirli miktarda yem depolaması çok kolayken, açıkçası böylesine büyük ve güzel bir binanın bu şekilde tamamen terk edildiğini hayal bile edemezdim.

Bitlis’e yaklaşırken yine harap bir han daha gördük. Bu han öncekinden daha küçük, ancak mimari açıdan daha ilginçti. Bu noktada sağımızda, meşe çalılarıyla kaplı ve genişliğiyle dikkat çeken bir vadi uzanıyordu. Muş tarafından gelen Bitlis Suyu’dur bu uçsuz bucaksız ovayı besleyen.

Bitlis’e kadar suyuna şelalelerden akan bu ırmağın, daha doğrusu akarsuyun sağ yakasını birkaç kilometre takip ettik. Benden yirmi yıl önce Xavier Hommaire de Hell, ünlü sanatçı Bay Jules Laurens eşliğinde aynı yolculuğu yapmıştı. Kendisi Bitlis’le ilgili şu açıklamayı yapmış ki şehri ziyaretim sırasında onun söyledikleri hâlâ kesinlikle yerinde olduğundan hiçbir şey eklemeden ondan alıntı yapmaktan daha iyisini yapabileceğimi sanmıyorum:

‘Kahvaltımızdan hemen sonra, Bay Laurens ve ben dışarı çıktık. Duvarlarla çevrili uzun bir sokağı ve birkaç evi takip ederek, bize gerçek bir tiyatro dekorasyonu gibi gelen şehrin orta kısmına vardık.

Bir bütün olarak orijinal olduğu kadar, ayrıntılarında da çeşitlilik gösteren takdire şayan bir manzara burası. Bulunduğumuz Bitlis vadisinin dibinden, etrafı yamaçlarla çevrili, eski bir kale ile taçlandırılmış ve basamaklarında camiler, hanlar ve vadinin dibine çökmüş gibi görünen birçok evin olduğu yüksel bir düzlük yükseliyor. Doğu’nun büyüsünü oluşturan her şey burada özetlenebilir: eski duvarlar, hamam kubbeleri. Geçidin (vadinin) dibindeki nehir, oval tarzda inşa edilmiş köprüleriyle büyüleyici bir etki yaratıyor. Şehre özel bir karakter kazandıran şey, tam da tüm kamusal ve özel yapılarda benimsenen bu mimari tarz. Her evin pencereleri ve kapıları, alçaltılmış oval büyük kemerlere açılır. Köprüler, camiler ve kale gibi, her zaman aynı mimari tarza sahip. Bununla birlikte, bazı yapılarda yarım daire biçimli kemerleri ve hatta Rönesans’ın başında benimsenen o çok alçak oval kemer mimarisi bulunuyor. Ayrıca, buradaki oval kemerler her zaman alçaltılmış. Öyle Orta Çağ’ın Batılı mimarlarına ait olan o ince biçim burada mevcut değil. Bitlis’in yapılarını diğerlerinden ayıran şey kesme taşların özenle düzenlenmesidir. Bütün evlerin terası var. Yapılarda kullanılan ve volkanik tabakalardan oluşan bu taş kırmızımsı – kahverengi bir renge sahip olup, bitki örtüsü ile de çok iyi uyum sağlıyor. Çok eski görünen ve sağlam tonozlu büyük çarşılar Bitlis’in iki yakasına kadar uzanır. Kadim kaleyi destekleyen plato volkanik kayalarla kaplı olup, tamamen yamaçlar ile sınırlanmış. Kalenin altında birleşen ve kenarlarında çarşılar, hanlar ve iki cami bulunan iki dere, Bitlis Çayı’nı oluşturuyor. Kaleden derin bir vadiyle ayrılan başka bir plato, yalnızca servi ağaçlarının hâkim olduğu geniş bir mezarlık sunuyor. Derenin sol yakası hilal şeklinde bahçeleri olan evlerle kaplı eşsiz seyir noktalarına sahiptir. Kalenin eteğinden Van’a giden bir yol geçmektedir ki bu yol derenin yukarısına doğru ilerler ve onu oldukça uzun bir mesafe kat eder’.

Bitlis, 1847 (J Laurens)

Erzurum’daki Britanya konsolosundan Bitlis’te Hasan Bey adlı varlıklı birine dair bir tavsiye mektubu almıştım. Bu kişi eski bir konsolosluk kavası idi. Kaldığım yer onun evindeydi. Ev sol yakada ve güzel bir bahçenin meyve ağaçlarının altına gizlenmişti.

Yemek yerken nüfuzlu iki Katolik Ermeni beni ziyarete geldi. Bir Fransız’ın geldiğini kamuoyuna duyurarak, tüm topluluk adına bana selamlarını ve saygılarını sunmak istiyorlardı. Sağlığım ve yolculuğumla ilgili birkaç kibar cümleden sonra, mantıklı bir şekilde, bir Fransız olarak onların dininden olduğumu varsayarak, bana Bitlis’teki Katolikliğin içler acısı durumunu anlattılar. Onların Diyarbekir’de yaşayan piskoposları kendileri ile pek ilgilenmiyor ve kendilerinin rapor verdikleri Trabzon’un İtalyan rahipleri de onları unutmuş gibilermiş. Ancak, yine de Aziz Petrus için oldukça büyük bir meblağ göndermişler. Az önce ciddi ve kesinlikle talihsiz olan bir olay meydana geldi. Birkaç gün önce bir Katolik ölmüş. Bitlis şehrinde sekiz yüz evi olan hizipçi Ermeniler, sadece yirmi evleri olan Katoliklere, o güne kadarki uygulamanın aksine, Gregoryen mezarlığına bir Katolik’in gömülmesine izin vermeyi reddetmişler. Kavga çıkmış, ardından yumruk ve sopalarla birbirlerine girmişler.

Ölü adamı eve götürmüşler. Katolikler yardım için kaymakama gitmişler, o da hizipçilerden, geçmişte izin verdiklerini ve yine geçici olarak bu durumu hoş görmeleri için ricada bulunmuş. Yine de reddetmişler. İki hafta boyunca durum hep böyle devam etmiş. Ceset kötü kokuyordu, kimse onunla ne yapacağını bilmiyordu; Katolik delegeler, ölüleri kiliseleri- ne gömmek için yetkililer üzerindeki etkimi kullanmam için bana yalvardılar. Bu zavallı Ermenilere, onlar için daha iyi günler dilemekten başka bir şey yapamayacağımı anlatmakta büyük zorluk çektim. Katoliklerin davalarını kazanmalarına neden olan bu hadiseden daha da ilginç olanı ise, polis eşli- ğinde ertesi gün ölülerini istedikleri yere gömmeye gitmele- riydi.

Şehri dolaşırken, tüm çarşı sokaklarının kapalı olduğunu, sokaklarda ve meydanlarda çok kalabalık olan nüfusun çok hareketli olduğunu fark ettim. Bu kalabalığın sebeplerini araştırırken Tamamı Ermeni olan sokak kumaşçılarının grevde olduğunu öğrendim. Kırmızıya boyanmış kaba pamuklu kumaş, çok eski zamanlardan beri Bitlis’in ana ticaret ürünü ve en önemli imalatı olmuştur. Ancak üç yıl önce hükümet, hicri 1286 (Miladi 1869) yılında bu kumaşların çıkışı için imalatçıların gümrük vergisine tabi tutulmasına karar vermiş. İdare onlarla üç yıl önceden peşin ödeme yapılacağı hususunu o zaman kabul etmiş. Ancak 1869 yılı geldiğinden ve hazineye peşin para toplamak isteyen gümrükçülerin, daha önce ödenmiş olan ve idari damga ve mühür taşıyan mallardan vergiyi yeniden toplamak istemeleri bana çok karışık geldi. Haliyle hemen Ermeniler arasında büyük bir kızgınlık baş göstermiş ve ödemeyi reddetmişler.

Bitlis Kaymakamı tarafından danışılan Muş Paşa’sı, tüccarlara mağazalarını açmalarını ve Muş’a ve hatta vilayetin en önemli idari merkezi olan Erzurum’a vekil göndermelerini tavsiye etmiş. Ama zaten sık sık tuzağa düşürülen ve soyulan tüccarlar, yeni bir gizemli havanın yaratılmasından korkarak, yasanın katı bir şekilde uygulanmasını talep ederek bir şey yapmayı reddetmişler. Ancak şimdi olan ise Katolikler, Gregoryenlerden intikam almak ve yetkililerin nezaketini kazanmak için gümrükleri ödeyip, dükkanlarını yeniden açmışlar ve bu yolla davalarını kazanmışlar. Bu nedenle Bitlis’e bir dev- rimin ortasında gelmiştim. Müslüman olan ev sahibim Hasan Bey, kaymakamın Hıristiyanlarla böyle şeyler tartıştığını gö- rünce şaşırdı. Zira birkaç sene önce işlerin böyle gitmediğini söyledi. Hıristiyanların sık sık hiçbir cezai ücret ödenmeden dövüldüğünü gördüğünü ve onlardan birini öldürdüğünde bile para cezasına çarptırılmadığını ekledi.

Bir şark şehrinde çarşılar kapandığında görülecek çok az şey kalır. Bu yüzden Bitlis’te sadece yirmi dört saat kaldım. Kaleyi ziyaret ettim. Kalıntıları oranın ne kadar önemli oldu- ğunu gösteriyor. Harabelerin bazı kısımları, bu bölgelerde sık sık ziyaret etme fırsatı bulduğum diğer müstahkem kalelerin yıkıntılarında hiç bulamadığım fantastik bir görünüme ve gizemli bir ihtişama sahip. Orada Türkçe ve Arapça yazıtlar buldum. Ön kapının yanında, figürlerin biçimini belli belirsiz yansıtan kısımları görmek yerine ancak tahmin edebilirsiniz. Zira kabartmalar o kadar silikleşmişler ki, yapıları hakkında herhangi bir fikir oluşturmak imkansızdır.

Camilerin minareleri Konstantinopolis (İstanbul) ve Trabzon’dakiler gibi ince değildir. Aksine, boyutlarıyla dikkat çekicidirler ve sadece orta bir yüksekliğe ulaşırlar.

Bitlis’te yaklaşık dört bin hane var: Amerikan evangelist misyonerleri bu şehre yerleşip bazı mühtedilikler yapmışlar. Şehre hâkim olan tepelerden birinin üzerine bir tür topluluk kurmuşlar. İngiliz konsolosundan onlara bir mektup getir- dim. Ama meskenlerinin uzaklığı onları ziyaret etmemi engellediği için akşam onlardan bir tanesi Hasan Bey’in yanına beni görmeye geldi. Sohbetimiz oldukça kısa oldu. Çünkü bu misyoner sadece İngilizce ve benim çok az anladığım ülkele- rin dillerini konuşuyordu. Ancak ondan bütün Protestan mü- htedilerin Gregoryen Ermeniler arasından olduğunu öğren- dim. Bunlar, birkaç giysinin ya da cüzi bir paranın cazibesine kapılarak inandıklarından vazgeçebilen zavallı şeytanlardır. Para bittiğinde ya da giysiler yıprandığında eski inançlarına geri dönerler.

Bitlis, 1869 ( Deyrolle)

Ayın onsekizinde büyük bir kalabalık eşliğinde Bitlis’ten ayrıldım. Yanında konakladığım ev sahibinin, akrabaları ve yakın dostlarıyla birlikte bana eşlik etmesi şahsımı çok onurlandırdı ki bu nazik davranış bu ülkelerde oldukça yaygındır. Bana eşlik eden bu Kürdler, baştan aşağı kuşanmış şekilde, müthiş silahlı, atılgan atlara binmiş olarak muhteşem bir sü- vari alayı oluşturdular. Kendimi onlarla karşılaştırırken, ara- larında zavallı bir tip gibi durduğumu görmeden edemedim.

Yolculuk sırasında, birdenbire atımı durdurduğumu ve bineğimin üzerinden çimlerde koştuğunu gördüğüm bir böceği almak için attan indiğimi gördüklerinde, genellikle çok şaşırdılar. Bazıları kahkahayı patlatırken, diğerleri ise tam tersine, bilgili bir hava içinde, beni hekim ilan ettiler ve bu küçük ya- ratıkların ilaçların bileşimine dahil edilmesi gerekliliğini dile getirdiler.

Bitlis’in asıl zenginliği, yukarıda da söylediğim gibi kumaş imalatıdır. Ancak toprak ürünleri bakımından da çevresi çok zengindir. Bitlis’ten birkaç saat uzaklıkta, çeşitli türlerde büyük meşe ormanları vardır. Bunlardan en önemlisi, yaprakları kestane ağacınınkine benzeyen, ancak bir güvercin yumurtasından daha büyük olan meşe palamudu Quercus Oophora’dır. Kürdler buna hakraari derler. Özenle toplayıp kışın ekmek gibi yerler. Bitlis balı da meşhurdur; çok beyaz ve kusursuz derecede berraktır.

Bu bölgenin atları tartışmasız üstünlüğe sahiptir. Zerafet yönünden üstün olmadıkları Arap atlarından daha büyük, daha güçlü, sağlam ve zor yorulan türdendir. Başlarını yüksekte taşırlar, göğüsleri geniş, kalçaları yüksek ve etlidir. Bu ırkın atları, belki de diğerlerininkinden daha fazla, canlılıkları ve uzun nefesleri koşma hızları ile dikkat çekicidirler. Fakat kendilerine yapılan saçma muamele yüzünden çabucak mahvoluyorlar. Toprak ve çakılla karıştırılmış arpa yemekten dişleri çabuk yıpranır. Yem ve yeşil arpa onları genellikle çok fazla besler. Dört ya da beş yaşında, orta büyüklükte ve iyi hizmet edebilecek bir at, yüz ila yüz elli frank değerinde olabilir, ancak asla daha yükseklere çıkmaz.

Çevredeki dağlarda bir sürü vahşi hayvanla karşılaşılır. Ayılar, kurtlar, yaban keçileri ve tavşanlar çok yaygındır ve bana eşlik eden Kürdlerin birçoğu ünlü avcılardı. Bizim Pirene köpeklerimize benzeyen büyük pençeleri olan ayıları avlarlar. Tavşan ve yaban keçisi avlamak için, normal tazılardan daha sağlam ve daha kalın bir kürke sahip olan büyük tazıları kullanırlar. Ancak yine de bunların birbirlerine büyük bir ya- kınlıkları vardır. Kürdistan dağlarında ve özellikle de Bitlis civarında, Kafkasya’dakilerden daha küçük ancak o türe yakın olan bir keklik cinsi bulunmakta. O kadar aramama rağmen bu kuşu bir türlü bulamadım.

Bitlis-Tatvan arası 4 saat sürdü. Öğleden sonra gölün kı- yısına vardık. Bir gece dinlenmenin ardından Van yolunu tuttum.

Derleyen ve çeviren: Baran Zeydanlıoğlu

Bitlisname kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.