Bediüzzaman Hazretleri 1960 Baharında Urfa’da vefat ettiğinde bendeniz Diyarbakır PTT sinde Telgraf Memuruydum. Telgrafçı arkadaşlarımdan – aslen Hilvanlı – Mehmed Durucan, Saidi Nursi den yanaydı, ben Saidi Kurdiden yanaydım ve Kürt halkının ‘Said’i Kurdi’ den uzaklaştırılmasının altında resmi tezlerin planları olduğunu arkadaşıma hep söylerdim.

Araştırmacı Yazar Şakir Epözdemir

Ustad 1960 Baharının başında Ankara’dan Urfa’ya geldi, Sevgili arkadaşım Mehmet Durucan, Ustadı karşılamak için Urfa’ya gitti. Döndüğünde Ustad’ın vefatı dolayısıyla O’na taziye de bulunduk. Mehmet Durucan arkadaşım bana :” Faik Bucak’ı tanıyıp tanımadığımı sordu” Ben de : “- Ğiyaben tanırım” dedim. Bana:

“- Ustad, Faik Bucağı çok sevdi. O”nu bağrına bastı ve koltuğunun altından Faik Beye Cennet’i gösterdi.” demişti.

Evet, yanlış duymadınız, Meşhur Mehemed Efendi’nin ekibinden olan o halis muhlis O Müslüman arkadaşim “Ustadın koltuklarının altından Faik Bucak’a cenneti gösterdiğini ” inanarak söylediydi.

Ben Mihemed Durucan meslekdaşımı hoş karşıladım, inancına saygı göstererek itirazda bulunmadım. 1965’te Faik Bucak rahmetli biz 5 kişi tarafından Diyarbakır Gazi Köşkünde kurmuş olduğumuz Kürdistani örgütün, – TKDP’nin – başına geçince, Faik Keké den Ustad’ın Urfa’ya geldiğinde sizi kucaklayıp kulağınıza bir şeyler söylemiş olduğunu duymuştum. Doğru mu?” diye sorunca; Rahmetli Faik Keké memnuniyetle o olayı doğrulayarak “- Ustad beni çok sıcak bir şekilde bağrına bastı, kulağıma Kürtçe olarak ” Dawiya zilmé hatîye, dawiya zaliman hatî ye, mizginîya min li te” dedi. (Türkçesi: Zalimlerin ve zulmün sonu gelmiş, sana müjdeliyorum.”)

Aradan 40 yıl geçti. 2006 da Faik Keké’nin 40. Şahadet yıldönümünü Diyarbakır da anarken, bu olay tekrar Sayın Feridun Yazar tarafından – Faik Bucağı anma panelinde – tekrarlandı. Feridun Bey: “- O zaman Hukuk Fakültesi talebesiydim. Sık sık Keké Faik’i ziyaret ediyordum. Bir arkadaşımla ona uğrarken Ustadı ziyaret edip etmediğimizi sordu ve mutlaka gidin O’nu ziyaret edin dedi. Ben arkadaşımla ertesi gün Hastaneye gittim, kapıdaki polisler bizi bırakmadı, biz de bir yolunu bulup Ustadın odasına girdik. Odaya girdiğimizde Keké Faik ağır hasta olan ve halsız yatan Ustadın başucunda oturuyordu, Hasta Bakıcı Ustadın elini kaldırdı, ikimiz de mübarek elini öptük, bize dua etti ve o sırada arkamızdan odaya gelen polis memuru: “- Faik Bey, Müsaade ediniz bu gençler odadan çıksınlar” diye Keké Faik’ten izin istedi. Keké Faik da bize dönerek ” Ziyaret ettiniz, beklemenize gerek yok, ” dedi.

Meşhur Nur Halifesi Mehmed Efendi göye Nurculuğu yayan Bediuzzemanın Diyarbakırdaki manevi vekiliydi. Ordudan Yüzbaşı rütbesinde atılmış veya ayrılmıştı. Ayrıca doktorluk mesleğini de icra ediyor ve haftanın belli bir gününde halkı bedava muayene ediyor, her hastaya bir çuval ilaç yazıyordu. Geceleri belli bir mekanda toplanan müritlerine vaazlar veriyordu. Ben de bir gece bazı arkadaşlarımla Mihemed Efendinin toplantısına katıldım. Vaazları beni tatmin etmedi. Zira yaşadığım Diyarbakır, Siirt ve Bitlis’te ki ulamalardan duyduklarımı bu mübarekten duymadım ve bir daha da ona uğramadım.

Yıl 1959’lardaydı. Çok yakından tanıdığım aslen Kozluklu olan Mela Zeki isminde bir arkadaşım Isparta/Emirdağ da Üstadı ziyaret etmişti. Dönüşünde bana şunları anlattıydı. “- Ustadı görmek için tam 3 gün inat ve ısrarla kapısında bekledim. Kapısında bekleyen kişilerin kendisini halktan tecrit etmek, kimselerle buluşturmamak için ordaydılar, kesinlikle polistiler, benim ısrarlarım sonucu 10 dakikalığına beni içeriye bıraktılar. Ustadı ziyaret etme fırsatını çok şükür buldum.

Diyarbakır’daki halifesinden söz ettim. Ustad bana: “- Benim halımı gözlerinle gördünüz. Benim kimseyle ne irtibatım var ne de kimseye vekâlet vermişim. Ben halifeler tayin etmedim ve benim adıma hiç kimsenin halifelik yapmasına izin vermedim, veremem ve veremeyeceğim. Dışarıda ne oluyorsa benim irademin dışında oluyor. Git memlekette bütün kardeşlerime söyle ve nasıl bir baskı altında olduğumu onlara izah et” dedi.

Yaşadığım yörede – Siirt, Bitlis bölgesinde – Nakşî Şeyhleri Said-i Kurdi’den ürküyorlardı. O zaman (1950’li yıllar) Ustad “ Melayé Meşhûr” ( Meşhur Molla) olarak anılıyordu. Etkili ve yetkili İrşat Şeyhlerinin bir kaçından “ Büyük bir alımdır ama görüşleri yanlıştır” dediklerini duymuştum. Tarikat Şeyleri ondan çekiniyorlardı ama ona karşı temkinli davranıyorlardı. Ustadın görüşlerine göre en büyük mürşit “Kuran” di. Allah ile kul arasında başka vasıtalara gerek yoktu. O’nun yolu Kuran yoluydu ve herkese doğru olan o yolu öneriyordu.

….

Gençliğimde Diyarbakır Ulu caminin ve eski Belediye binasının önündeki meydanın tamamı Diyarbakır’ın en geniş kahvehanesi ve en hararetli fikir alışveriş merkezi halindeydi. O meydanda 2 tane koca çınar ağacı vardı. O Çınarlar 60’lı yıllarda kesildi ve Diyarbakırlılar o koca çınarların yere yıkılışlarını zevkle seyretti. O çınarlar yıkılırken ben de seyircilerden biriydim, ben diyeyim bin kişi siz deyin beş bin kişi o koca çınarların yıkılışlarına şahit oldular.

İşte o meydan da çay içerken ve siyasi sohbetler devam ederken bir Hazrolu ile bir Diyarbakırlı arasında cereyan eden bir münakaşayı kaydetmek istiyorum:

Diyarbakırlı olan arkadaş Bediüzzamanın büyük bir evliya olduğunu, Hazrolu arkadaşın da Hazro/Hezan Şeyhinin daha büyük olduklarını iddiaları epey sürdü. Ahmed bana döndü, yanındaki bir masada oturuyordum, bana dedi ki: “- Bu arkadaşa bir türlü anlatamıyorum. Bediüzzaman dünyanın en büyük âlimlerindendir. Bu arkadaş tutmuş “benim şeyhim daha büyüktür” diyor. Allah rızası için siz söyleyin, hangisi büyük? Ben de, Hazrolu arkadaşa sordum. “- Bu Kemalist Cumhuriyet sizin şeyhinizi sürgün etimi, hapisetti mi? Tecrit etti mi?” dedim. Hazrolu arkadaş “Hayır, benim şeyhim temizdir, neden sürgün edilsin” deyince, Ben de: “kusura bakma, bu cumhuriyetin yaptırımlarıyla çelişmeyen bir şeyh, bir önder ve bir lider düzgün bir adam olamaz. Bediüzzaman hayatı boyunca işkence çekecek ve senin şeyhin onunla yarışacak, bak hemşerim bu görüşün adil bir görüş değildir.” Dedim.

Bir ara, Sayın Ziver Midyat bana anlatmıştı: “- 2.Dünya Savaşı Sırasında İsmet Paşa’nın sürgünleri arasında benim ailem de vardı. Ben o zaman çocuktum. İlk önce Yozgat’a sürüldük. Yozgat’ta İlk Okula yazıldım. Okula gidiyoruz Yozgatlı çocuklar ha bire bizi dövüyorlar. Öyle bir sıkıntı doğdu ki ailelerimiz valiye çıktılar ve bizi oradan Isparta’nın Emirdağ’ına – Ustadın sürgünde bulunduğu ilçeye – sevk ettiler. Biz burada epey rahat ettik. Büyüklerimiz Ustadı ziyaret ediyorlardı. Bir gün sürgünde olan o ileri gelen zevat toplandı, bir araya geldi ve hep birlikte ustad’a gittik. Çocuktum ama babam beni yanında gezdiriyordu.

Ustad bir sandalye de oturmuş, önündeki masaya eğilmiş, kağıda bir şeyler yazıyor veya kağıdı karalıyordu. Cemaatte ki şahsiyetler de Ustad’a kendi hallerini, başlarına gelenleri anlatıyorlar ve sanki bu cemaat ustadı sorguluyordu. Konu ağırlıklı şikâyetti. Şikâyet de kaderleriyle ilgiliydi. Neden bunca haksızlıklara maruz kalıyorlardı, hiçbir suç ve günahları yokken neden hapis, sürgün ve soykırımlarla karşı karşıya kalıyorlardı? Allah Kürtleri cezalandırmak, onlara eziyet çektirmek için mi yaratmıştı. Bunun hikmeti ve sebebi ne olabilirdi.

Bunlar adeta Allah’ı sorguluyorlardı. Ustad da önündeki kâğıdı durmadan karalıyordu. Konuşmalar bitti. Ustad o kâğıdı katladı cebine koydu ve cemaate işaret ederek onu takip etmelerini emretti. Biz evden çıktık, bol ağaçlı bir ormana tırmandık, Ustad bir yerde durdu, bir taşın üzerine çıktı, cebindeki kâğıdı çıkararak katladı, katladı ve o kâğıdı lime lime ettikten sonra avucunun içine koydu ve güçlü bir şekilde üfürdü. Üfürünce; kâğıtlar havada uçuşarak yavaş yavaş yere düştüler, herkes manzarayı seyrediyor. Ustad cemaate döndü:

“- İşte, sizin bütün şikâyetlerinizi Yüce Allah’a havale ettim. O en uygununu yapacaktır.” Dedi ve böylece dağıldık. Aradan bir iki hafta geçti sürgünlerin memleketlerine dönüş izni veya affı çıktı. Bizimkiler bu af olayını Bediüzzaman’ın o günkü dilekçesine bağladılar.”

1958 baharında Havacı olarak askere alındım ve Kütahya da 45 gün Eğitim gördükten sonra İzmir Gaziemir Hava Eğitim Komutanlığında Muhabere kursuna tabi tutuldum. Bu Garnizonda ki camide hem Risale-i Nur yayınları ve hem de Sebillürreşad diye bir İslami dergi okunuyordu. Mevsim sıcaktı, nöbet ve hizmet diye bir işim olmadığı için cami de bulunan o neşriyatları okuma fırsatını buluyordum. Bana ilginç gelen o cami de Subaylar, Astsubaylar, Albay rütbesindeki zabitler Nur Risalelerini serbest okuyorlardı. DP dönemiydi ve Kemalizm’i en şiddetli bir duruşla reddeden Bediüzzamana hayranlık besliyorlardı.

Şeyhlerimizin çoğu, yani Cumhuriyetçi Şeyhlerimiz veya suya sabuna dokunmayan Nakşî Şeylerimiz, İşin başında Nur’un, Nurculuğun kaynağı olan “Melayé Meşhure” tenezzül etmediler ama son yıllarda cemaatçi olmak için biri birleriyle yarışa girdiler. Şimdi kimisi Tayyipçidir, kimileri Fethullahcı. Ben Nakşı Şeylerine bunu hiç yakıştırmadım ve yakıştıramam. Çünkü iyi kötü ben bütün Kürdistan şeyhlerinin meşreplerini bilirim. Teyyip veya Fethullah hocanın peşlerine düşmeleri kendilerine –bu günkü nesillere – yakışsa da, kesinlikle baba ve ecdatlarına yakışmaz. Çünkü her Şeyhlik hanedanlığının bundan 100 – 200 yıl önce büyük alım ve önderleri vardı. Dünya menfaati için o büyük ulamaları çiğneyerek sadece dini siyasete alet edenlerin peşlerine düşmeleri herhalde ecdatlarının kemiklerini sızlattıracaktır diye düşünüyorum.

Ermenilerin Kürdistan toprakları üzerinde iddia ettikleri büyük Ermenistan konusunda Jin Dergisi cilt 1 sayfa 28 de çıkan bir olayı aktarmak istiyorum:

1918’de İstanbul da Kürdistanlı aydınlar tarafından neşredilen JİN dergisinde ilginç bir olaydır bu ve muhterem Bediüzzamanla ilgilidir:

Seyîd Evdilqadir, Molla Said – Kürdi (Bediuzzeman), Emîn Elî Bedirxan, Dr. Şikrî Mihamed olmak üzere 4 kişilik bir heyet WİLSON planıyla ilgili Amerikan Sefaretine gidip Sefirle görüşme yapıyorlar. Masaya büyük bir harita seriliyor. Bediuzzeman ABD Sefirine “- Sayın Başkan’ın planına mutabıkız, bakınız şuradan şuraya kadar bütün bu coğrafya Kürdistan’dır ve bu coğrafyada nüfus çoğunluğumuz büyük ekseriyettedir. Sayın Başkan da nüfus çoğunluğuna işaret buyurduğuna göre biz buna razıyız” der. Sefir (ABD Sefiri) itiraz eder ve :

“- Başkanımın iradesine göre şuradan şuralara kadar Ermenistan’dır.” Cevabını verince, Bediüzzaman hiddetli bir şekilde “- Eğer Kürdistan bir deniz kenarında olsaydı Başkanınız savaş gemileriyle ordularını gönderir burada bir Ermenistan kurardı. Amma Kürdistan dağlarına savaş gemileriniz ulaşamazlar. Gemileriniz dağlarımıza ulaşamadıklarına göre bu isteğiniz de gerçekleşmeyecektir.” deyip sefareti terk etmiş. (Bakınız JİN dergisi, cild: 1, s. 28)

….

Ermeni olayıyla ilgili bir ilginç belgeyi neşretmek istiyorum. Son zamanlarda ‘Ermenilerin 1915 te soykırımlarını” Kürtlere yüklemek isteyenler ve otoritesiz olan Kürtleri suçlayanların ibretle Ermenilerin Kürtleri, yani esir Kürtleri, yani ordusuz, devletsiz ve savunmasız Kürtleri nasıl katlettiklerini okuyarak görsünler. Elimde bu arşiv belgesinden 5 adet daha var ki hepsi Hizan da geçmiştir. Ancak tek bir Belge de Kürtlerin Ermenilerden çektiklerini göstermek için kâfidir derim:

Bâb-ı Âlî

Dâhiliye Nezâreti

Emniyyet-i Umûmiyye Müdîriyeti

Hizan kazâsının Uçum nâhiyesine tâbi‘ Nurs ve Avnik, End, Mezra‘-i End yaylası ahâlîsindeniz. Şatak kazâsı ile Müküs nâhiyesinin sükûtundan sonra civârımızda bulunan Livar, Kötis-i Ulyâ ve Süflâ, Çaçvan, Şifkâr, Edre-i Ulyâ karyeleri Ermenileri Özim karyeli komite re’îslerinden Lato nâm-ı diğerle Mihran, Serkis ve Rusya’dan geldiği rivâyet olunan Iğdırlı Kazar, Dilo nâmındaki re’îslerin başında toplanarak Kötis-i Ulyâ’ya geldiler ve oradan nâhiye rü’esâsına tezkire yazarak üç cihet teklîf etdiler. Bu rü’esâ miyânında el-ân esîr veyâhûd telef edildiği meşkûk bulunan ve beyne’n-nâs Bedi‘ü’z-zaman Said-i Kürdî demekle ma‘rûf olan Molla Said de bulunuyordu. Bu teklîflerinde ya teslîm olmak ya nâhiyeyi tahliye etmek veyâhûd işinize gelirse muhârebe etmek idi. Bu teklîflerinden dokuz sâ‘at sonra 600 mevcûdla karyemize hücûm etdiler. Cümlesi şapkalı ve asker elbiseli olduğundan Rus askeri var mı idi, yok mu idi farkedemedik. Yalnız garîb insânlar çok idi. Bunlar ya Rus veyâ Rusya’dan gelen Ermeniler idi ve hiç bir ferd kalmamak üzere çoluk çocuk, erkek-kadın cümlemizi toplayarak Mezra‘a-i End’e götürdüler. İçerimizde İpayran [İspandan] (Spayerd olsa gerek Ş.Ep.) eşrâf ve beylerinden Hurşid Bey oğlu Abdurrahman ve mahdûmu Musa ve â’ilesi de bulunuyordu. Erkek ve kadın cümlesi mu‘âyeneden geçirildi ve para ve huliyyâta â’id ne var ise cümlesi alındığı gibi, güzel kadın ve kızlara da ta‘arruz etmekden ve nâmûslarını hetketmekden çekinmediler. O gece istediklerini yapdılar. Sabah oldu. Bizleri ki, cem‘an 33 erkek idik, ayrı bir kâfile ve seksenden ibâret olan kadın kız, çoluk çocuğu bir kâfile ederek Müküs’e götürdüler. Kadınlar kâfilesi Çaçvan karyesinde bırakıldı. Erkek kâfilesi ve erkek çocukların kâffesi bir ferd kalmamak üzere cümlesi o gece kılıçdan geçirildi. Beni geri çevirdiler ve dediler ki; “Sana çok para da vereceğiz. Git, Molla Said vesâ’ir rü’esâya söyle! Orada kalan Ermenileri bize teslîm etsinler ve şurasını da anlat ki, artık bî-hûde yere telef olmakdan fâ’ide yokdur. Zâten her taraf alındı. Ruslar tâ Haleb’e kadar gitdiler. Ermenistan tasdîk olundu. Gelsin bize teslîm olsunlar. Bir de orada kuvvet ve asker olup olmadığını gel bize haber ver” dediler. Bu sözler Dilo tarafından söyleniyor ve kumanda onun tarafından yapılıyordu. Avdet etdim, Çaçvan’a geldim. Bakdım ki bizim jandarma ve Kürd kuvveti müdîrimiz ve Molla Said Efendi ile oraya gelmişler, dört-beş sâ‘at müsâdemeden sonra kadınlar kâfilesini ellerinden almışlardı. Lâkin ne şekilde görmeli. Hele bî-çâre genç kızları da yüzleri bütün ısırılmış ve yürüyemeyecek bir hâle getirilmiş; çocukların bir çoğu ayak altında telef edilmiş idi. İşte otuz üç erkek nâmına yalnız ikimizden başka kimse bırakılmadığını ve tahlîs edilen kadın ve çocukların ekserîsi de bi’l-âhire telef olunduğunu ve hele Hurşid Bey oğlu Abdurrahman Bey â’ilesinden bir kadından başka kimse kalmadığını ve gördüğümüz zulm ve gaddârlık kâbil-i ta‘dâd olmadığını ma‘a’l-kasem arzeyleriz.

Fî 18 Haziran sene [1]332 (1914/ 15 miladiye tekabul eder.( Ermenileri geri istediklerine göre 1916 olabilir, çünkü Rus Ordusu geri dönecektir gibi görünüyor. Bu çırpınış son çırpınışlarıdır. Ş.Ep.)

Karye-i mezkûreden olup bi’l-âhire Muhâcir karye-i mezkûreden

Iğdır’dan firâren avdet eden Mehmed oğlu

Abdurrahman

Mehmed oğlu Yusuf

Yukarıdaki beyânâtda bi’z-zât hâzır bulunduğumuzu ve bu sûretle ifâde olunduğunu ma‘a’l-kasem tasdîk eyleriz.

İsparan [İspandan] İspayert beylerinden Nâhiye Müdîri

Nâhiye eşrâf ve Ulemâdan Bedi‘ü’zzeman Said-i Kürdi

Mehmed Nezir

karyeli birâderi

Mustafa

Mahmud Molla Abdullah

….

Abdurrezak Bedirhan’ın Rus Genelkurmay Arşivlerine bıraktığı ve Sayın Celilê Celil tarafından tercüme edilip yayınlattığı kitaptan birkaç misal vermek istiyorum:

1-Çubuklu’dan Molahasan köyüne doğru yol alırken önümüzde yüksek dağlar vardı. Bu mıntıkada 2000 Kürt ailesi oturuyordu. Bu civardan kaçan çok sayıda Kürt vardı. Benim gelişimi duyar duymaz 100 kişi yanıma geldi ve General Turugin’in de bu bölgede olduğu zaman “asla kimse size saldırmayacak” diye bir yazıyı ellerine verdiğini anlattılar. Bunun üzerine Kürtler ellerindeki silahları bırakmışlar.

Ancak, General bölgeyi terk edip gidince, Ermenilerin saldırısına uğramış olduklarından yerlerini bırakıp dağlara çıkmışlar. 27 kadın veya kız kirlenen namuslarını, kendilerini mağara ve uçurumlardan atarak temizlemişler ki ailelerine leke dokunmasın. Bu olayın içinde Eyüphan Bey’in yakınları Seyid Bey’in kardeşleri de var. Mendane köyü bunlara aittir. Bu köyün Ermenileri Eyüphan Bey’in evine saldırmışlar. Kadınlarını götürmüş, erkek ve hizmetçilerini öldürmüşler. Tüm mallarını da ellerinden almışlar. (Sayfa 63) (Müküs Beylerindendir Eyyübhan Beg. Müküs Beylerine sorun, Hala uçurumlardan atlayıp intihar eden o genç kızların ve gelinlerin acıları taptazedir. Ş.Ep. )

2- Biz Van’dan zar zor çıkarak Gorandeşt’teki Avzine’ye vardık. Burada Ermeni jandarmalar bize “Buradaki Şeyhler Ermenileri korumuş ve onların öldürülmelerini engellemiş. Bu nedenle bölgedeki Ermenilerde Rus askerlerinin buradaki Kürtlere dokunmamaları için onlara söz vermişler.” diye bilgilendirdiler. Ermeniler Ruslara yalvardı ki “Buradaki Kürtlere karışmayın, onlarda yerlerinden yurtlarından kaçmasınlar, ayrılmasınlar,” diye iknaya çalıştılar. Kürtlerde oradaki Ermenilere inanarak ve güvenerek yerlerinde kaldılar. Ancak ne zaman ki Ermeni çeteler Gorandeşt’teye geldiler, yerleşik Ermenileri dinlemedikleri gibi, Kürtler ve kendilerine engel olan Ermenileri katletmeye başladılar.

Ermeni jandarmalar bize bir ev gösterdiler. Etrafında 60 cenaze vardı. Yöredeki Kürtlerden 800 kişi ve ben birlikte o eve gelerek dini gereklere göre onların cansız bedenlerini toprağa verdik. (sayfa 66)

3- Diro’nun 300 adamıyla Kevır Şamiyana’ye geldiğini öğrendiğimde ben, Kürtlerin korkmamalarını sağlamak için ikna etmeye çalıştım. Çünkü, Ruslarla birlikte hareket eden Ermenilerden, Kürtlere zarar gelmeyeceğine inanmıştım. Ancak ne zaman mahalleliler ekmek ve tuz ile önlerine çıkar, kendilerini kuzu gibi kesivermişler. Ondan sonra bunlar köyün içine inerler. Süngülerle birçok kadın ve çocuğu öldürürler. Ne zaman ki Ebaxe’deki Kürtler bu durumu öğrenince Kevir Şamiyana’nın üstüne saldırıverirler. Ve Diro’yu yaralarlar. Diro Çetesiyle birlikte geri çekilmek durumunda kalır.(Sayfa 46)

4- Diğer yandan gönüllü asker olan Ermeniler Kotor’dan çıkarken erkek, kadın, çocuk olmak üzere 270 kürt insanını öldürdüler. Kız çocuklarını birlikte alıp mallarını talan ederek götürdüler. Köylerini yaktılar, küçükbaş ve büyükbaş hayvanlarını talan ettiler. (Sayfa 51)

5- Kaç gün önce Kolonel Nalgiyev’in ilk olarak Başkale üzerine yürümeden evvel, Kürtlerin Ermenilere verebilecek ziyandan rahat değillerdi. Onlarda Türklere karşı kendilerin savunabilmek için hareket etmekteydiler. Sonra Başkale alındıktan sonra Ermeniler birkaç Kürt evini talan etmişler ve bir kaçını da öldürmüşlerdi. Türkler şehri geri alınca bu kez Kürtler Ermenilerden öç almak duygusuyla saldırmış ve talan etmiş, cinayet işlemişlerdir. Bu olay Ermenilerin Rusya’ya dönmelerini hızlandırdı.(Sayfa 51)

Bediüzzaman’dan söz ederken, Ustad’ın en çok acı duyduğu 1914/16 döneminde Kürtlerin Ermeni çetelerinin ellerinden çektiklerini tekrarlamakta yarar gördüm. Tarih yalanlarla, varsayımlarla, kehanetlerle ve iftiralarla tarih olamaz. Ermenileri sevelim sayalım, ama ne onların bir kısmının iddia ettikleri gibi ne de günahı otoritesiz Kürtlere veya ‘mallarına göye göz diken feodallere’ yükleme kehanetinden vazgeçelim. Kehanet derim çünkü iddialar belgesiz ve geçersizdir. Ve bu iddialarda bulunanlar bir gün gelecek, tarih onları mahkûm edecektir.

Diyarbakır’a bir Osmanlı paşası gelmiş. Raman aşiretinden birileriyle diyaloga girmiş, aralarında bir plan yapmışlar ve günahsız, çaresiz Ermenileri Dicle nehrinde boğdurmuşlar. Bu olay Kürtlere mal edilemez. Bugün bütün Kürtler o eşkıyaları nefretle lanetliyor. Günümüzde birçok aşiretlerin bir bölümü PKK hareketi içinde ulusal mücadele verirken, başka bir bölümü Kürdistan Ulusal Hareketine karşı duruyor ve birkaç kuruş karşılığında Koruculuk yapıyor. Bu durum gösteriyor ki devletsiz ve otoritesiz insanların yaptıkları yanlışları bir ulusa, mazlum bir halka mal edilemez.