Tarih çalışmalarında birincil kaynaklar büyük bir önem taşır. Bu kaynakların başlıcaları; gazeteler, filmler, fotoğraflar, el yazmaları, nüfus sayımları, tapu kayıtları, otobiyografiler, mektuplar, haritalar vb. belgelerdir.

  • Mehmet Baran Aydın

Araştırılan dönem ve olaylarla ilgili o dönemde yazılmış romanlar, şiirler, şarkılar vb. eserler de birincil kaynaklardandır. Bu tür kaynaklar incelenirken göz önünde bulundurulması gerekenler belgenin ne zaman, kim tarafından, nerede ve neden oluşturulduğudur. Yazarın tarihsel geçmişi, toplumsal yapı içindeki konumu, sınıfı, cinsiyeti, etnik kökeni vb. özellikler de önem taşımaktadır. Buna göre birincil kaynağın önemi ortaya çıktığı dönemdir.

Tarihçilerin, verilerden yararlanarak yazdıkları ikincil kaynakları oluşturur. İkinci kaynaklar incelerken mümkün olduğu kadar farklı insanlar tarafından yazılmış ve çok sayıda kaynağa bakmak gerekir. Yorumların birinci kaynaklara dayandırılıp dayandırılmadıkları, olayları nasıl ele aldıkları, yazılanların diğer yorumcularınkilerle ne kadar çakıştıkları önem taşımaktadır. İkinci kaynağı yazan kişinin de konumu, sınıfı, cinsiyeti, etnik kökeni vb. özellikleri önem taşımaktadır.

İlk Çağ tarihi bakımından en önemli sorun birinci kaynakların sınırlı oluşudur. Yakın zaman tarihi için bu sorun daha azdır. Yaklaşık iki yüz yıllık bir süreç araştırılıyorsa bunun için sözlü tarih çalışmaları da önem taşımaktadır. Çünkü o dönemde yaşanılanlar, alt kuşaklara aktarılmıştır ve o günün tanıklarını dinleyenleri dinleme olanağı vardır. Bunun için belirli bir yaşın (Genellikle 60-70) üzerinde olanlarla görüşmeler yapılır ve bunlar kaydedilir. Görüşülen kişilerin farklı toplumsal statüye ve sınıfsal yapıya ait olmaları, oluşturulacak belgelerin karşılaştırılmasına ve bunların doğruluk paylarının belirlenmesine katkıda bulunacaktır. Bu tür bir çalışmayı 1993’de Tarih Vakfı, Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle başlatılmıştır. Bu proje kapsamında yaşlılar dinlenerek video kayıtları tutulmuş fotoğraflar çekilmiştir. Dersim olayları ve Zilan katliamıyla ilgili bu alandaki çalışmalar büyük bir önem taşımaktadır. Benzer çalışmalar, diğer alanlar için de uygulanabilir ve bir tarih arşivi oluşturulabilir.

Taner Akçam’ın Gazete Duvar’a verdiği bir röportaj, Kürdler ve Ermeniler açısından bir gündem oluşturmuştur. Şimdi Taner Akçam’ın iddialarını ele alalım. Akçam, şöyle demektedir:

‘’19. yüzyıl feodal toplumunda örneğin Kürt bölgelerinde Kürt ağaları, evlenen Ermenilerin ilk gece hakkına sahiplerdi.’’

Bu durumu iki farklı yaklaşımla ele alabiliriz. Bunlardan birincisi sözlü tarihe başvurmaktır. Akçam, bu tür olayların 19. yüzyılda yaşandığını ileri sürmektedir. 1850 yılında doğmuş birinin 70 yıl yaşadığını varsayarsak bu kişi 1920 yılına kadar hayattadır. İnsanlar, 3 yaşından itibaren bazı olayları hatırlamaktadırlar. İyi bir bellek ise 7 yaşından sonra oluşmaktadır. Buna göre 1920 yılında doğmuş biri, 13 yıl boyunca 1850 yılında doğmuş birini dinlemiştir. 1880,1890 yıllarında doğanları daha uzun süre dinleme olanağı oluşmuştur. 1950’den sonra doğanların önemli bir kısmı hayattadır. Buna göre Türkiye’de 50 yaşın üzerindekilerle görüşme yapılırsa onların anne, baba, dede ve ninelerinden edindikleri bilgilere ulaşılabilir. Kaldı ki sözü edilen durumun, münferit bir olay değil de geleneksel olduğu ileri sürülüyorsa bu konuda sözlü kaynaklara ulaşmak daha kolaydır. Bu çerçeveden baktığımızda belirli bir Kürd kuşağı, sosyal medyada böyle bir şeyin olmadığını söylüyorlar. Bunların sayısı da azımsanacak düzeyde değildir. Yalnızca benim tanık olduklarımın sayısı yüzlercedir. Zaten yüzden fazla kişi ortak bir metne imza atarak böyle bir şeyin olmadığını dile getirmiştir. Bu konuda yapılacak sözlü görüşmelerde de sosyal medyadan yararlanılabilir. Bunun için bir sayfa açılabilir, insanlar bu konuyla ilgili duyduklarını yazabilirler.

İlk gece hakkıyla ilgili yapılacak tartışmanın ikinci yöntemi, o dönemle ilgili yazılanlara başvurmaktır. Bu konuda pek çok kişinin bildiği kaynaklardan biri Garo Sasuni’nin, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. yy’dan günümüze Ermeni Kürt ilişkileri adlı kitabıdır. Bu kitap, iki bakımdan önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, 1915 olaylarının tanığı olduğundan bu kısımlar birinci kaynak niteliğindedir. İkincisi araştırmalarına dayalı kısımlardır. Bunlar ise ikinci kaynak niteliğindedir. Bu nedenle Ermeni ve Kürd ilişkileriyle ilgili Sasuni’nin yazdıklarını tahlil etmekte yarar vardır.

Bu kitapta Kürt feodallerinden bazılarının Ermeni kadınlarını kaçırdıkları dile getirilmektedir. Bu örneklerin bazıları şöyledir:

  1. 1887 yılında Musa Bey, bir Ermeni kızı kaçırır. Bu kız kaçırma olayı bölgenin Ermeni’lerinde büyük bir tepki yaratır. 50 kişi Osmanlıya şikayet etmek için İstanbul’a gider. Musa ve kaçırdığı Gülizar İstanbul’a getirilir, kız Ermenilere teslim edilir. Musa Bey Osmanlılar tarafından önce madalyayla ödüllendirilir, ardından Şam’a sürgün edilir (Sasuni, S. 179).
  2. Hınıs bölgesi Hamidiya tabur komutanı Tacdin Bey kadın kaçırmayı hak olarak görür, Ermeni köyüne saldırır, çatışma çıkar, ölenler ve yaralananlar olur, saldıranlar çekilir (Sasuni, S. 181).
  3. Hınıs bölgesinde Hamidiye taburları bir Ermeni gelinini kaçırmaya çalışır, Ermeniler direnir, saldıranlar yenilerek çekilir.
  4. Hınıs bölgesinde silahlı Ermeniler, başlıca belanın Osmanlı hükûmeti olduğuna kanaat getirerek posta binasına saldırır, birkaç polisi öldürerek binayı zapteder (Sasuni, S:181).
  5. Hasanan bölgesi aşiret reisleri Gozak’ın tüm yeni gelinlerini kaçırmak ister. Gozaklılar silahlanarak engellerler (Sasuni, S.182).

Garo Sasun’un bu belirlemelerini yorumlarsa şu sonuçlara varabiliriz. Belirli yerlerde Hamidiye rütbelilerinin Ermeni kadınlarını kaçırma girişimlerine Ermeniler silahla karşılık vermektedir. Bunu yapan Ermeninin karısını ilk gece feodale teslim ettiğini söylemek ne kadar mantıklıdır ve bu aynı zamanda Ermenilere yönelik bir hakaret içermemekte midir? Ayrıca kız kaçırma meselesini bu kadar ayrıntılı dile getiren Sasuni’nin ‘’İlk gece’’ ile ilgili yaşanan bir olayı atlaması pek mümkün gözükmemektedir.

Ermenilerin olaylardan Osmanlıyı sorumlu tutması ve posta binasına saldırmaları da yabana atılacak bir tutum değildir. Ayrıca bu tür olayların Hamidiye Alaylarına bağlı bazı birlikler tarafından gerçekleştirilmesi önemlidir. Çünkü bu alayların kuruluş amaçlarından birinin Kürdlerle Ermenileri karşı karşıya getirmek, kurulacak bir Ermenistanı bunların da desteğiyle engellemek olduğu unutulmamalıdır. Diğer bir deyişle bu organizasyonlar, devlet desteklidir. Musa Bey’in devlet tarafından ödüllendirilmesi de bunu kanıtlamaktadır. Ayrıca olaylardan dolayı Ermenilerin postaneye saldırması, organizasyonun kaynağını ortaya koymaktadır. Ermeniler de bu bilinçle hareket etmişlerdir.

Garo Sasuni, 1889-1977 yılları arasında yaşamıştır. Ermeni tehciri ve katliamlarına tanıklık etmiş bir Ermenidir. Bu bakımdan kitabı önemli bir kaynaktır. Diğer yandan kitabında çok sayıda yorum yapmaktadır. Yorumlarının hatırı sayılır bir kısmına duygularını da katmıştır. Burada kadınları kaçırma olaylarının olduğu anlaşılmaktadır ancak ‘’tüm yeni gelinleri kaçırmak’’ isteği biraz düşündürücüdür. Sasuni’nin 1915 yılındaki olayları aktarırken duygularını katmasıyla ilgili bir yorum da şöyledir:

‘’Bu aşiretlerden bazıları, sanki askeri bir görevi yerine getiriyorlarmış gibi, hükümetin zoruyla sahneye çıkartıldılar.

‘’bu düzensiz Kürt güçleri Ermeni dağlarını, vadilerini, ormanlarını tutarak av köpekleri gibi her türlü irtibatı imkansız ve bütün sığınakları emniyetsiz hale getirdiler (Sasuni, S.239).

Sasuni, burada yorum yaparken duygularını katmış ‘’av köpekleri’’ gibi tanımlamayla kişisel duygularını açığa vurmuştur.

Sasuni’nin diğer bir yanlış yorumu da Hamidiye Alaylarıyla ilgilidir. Bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

‘’Daha sonra Sultan Abdulhamid isteklerini yerine getirebilmek için Hamidiye süvari birliklerini oluşturdu. Çobanlara ve uşaklara yüzbaşılık ve binbaşılık rütbeleri takıldı ve fakir Kürtler bunu görerek askere yazılmaya koştular, bedava elbise ve silah aldılar (Sasuni, S.196).’’

Hamidiye Alayları oluşturulurken Osmanlının aşiret reislerini muhatap aldığı ve bu görevi onlara verdiği bilinen bir gerçektir. Aşiret reislerinin tebaası olan çobanlara, uşaklara böyle bir görev verilmesi mümkün değildir. Bu kısım, üzerinde fazla tartışma gerektirmeyen bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

İlk gece hakkını dile getiren Taner Akçam, bunu ‘’Kürt bölgelerinde’’ genellemesiyle dile getirmekte, Lazerev’in ise ‘’Bazı ağalar’’ şeklinde dile getirdiği söylenmektedir. Bu her iki görüş de birinci kaynaklara dayanmamaktadır. Her ikisi de yorum niteliğindedir. Lazerev 1930 ile 2010 yılları arasında yaşamış bir araştırmacıdır.

Bu konuda Recep Maraşlı, Taner Akçam’ı desteklemekte ve üç kişilik bir panelde bir kişinin söylediklerini kanıt olarak öne sürmektedir. Buna karşın binlerce Kürdün, ‘’Böyle bir gelenek yoktur.’’ Sözlerini dinlememekte, onların söylediklerini kanıt saymamaktadır. Kürdlerin derdi, insanlık dışı muameleleri örtbas etmek değil, bunların birinci kaynaklara dayandırılması talebidir. Bugünkü kuşaklar, geçmişte yaşanmış hiçbir insanlık dışı muameleyi savunmamaktadır.

Taner Akçam’ın öne sürdüğü diğer bir görüş şöyledir:

‘’Onun ötesinde Ermeniler çifte vergi veriyordu. Bir devlete normal vergi veriyorlardı, bir de “Hafir” (veya hapir; kiafir) denen yöredeki Kürt feodal yöneticilerine vergi veriyorlardı yani vatandaş sayılmıyorlardı.’’

  1. yüzyıla kadar Kürdler özerk olarak yaşamakta, devlete asker ve vergi vermemekteydi. Bu süreçte Ermenilerin yaşadıkları yerlerin önemli bir kısmı Kürdlerin egemenliğindeydi. Kürd feodalleri, kendi tebaalarından olduğu gibi Ermenilerden de vergi almaktaydılar. 1820’lerde Osmanlının, ordularıyla başlattığı Kürdistanı merkezi otoriteye bağlama mücadelesi, Bedirhan Bey’in yenilgisiyle 1846’ya kadar devam etmiştir. Bu süreçte kurulan Kürdistan Eyaleti, Osmanlıya bağlanmış, 1867’de ‘’Kürdistan Eyaleti’nin adı ‘’Diyarbakır Eyaleti’’ olarak değiştirilmiştir. 1820’den itibaren Osmanlının eline geçen yerlerde Osmanlı toprak sistemi devreye girmiş, vergileri devlet toplamaya başlamıştır. Bu dönemde iltizam usulü adı verilen sistem bütün Osmanlı topraklarında egemendi. Bir yerin vergisi açık artırmayla mültezim adı verilen birine satılır, mültezim ise daha çok kazanç sağlamak için vergileri artırır, kendisi sayım yapmadan ürün toplanmaz, çoğu zaman toplanmadan çürürdü. Bu tutum, Ermenileri, Kürdleri ve diğer toplulukları zor durumda bırakan bir devlet uygulamasıydı. 1881 yılından 1923 yılına kadar geçen süreçte ise yabancı ülkelerin kurdukları Düyunu Umumiye, kendi memurlarıyla vergileri toplamakta, bir kısmını yerel harcamalara, bir kısmını alacaklarına ayırmakta, kalanını Osmanlıya vermekteydi. Buna göre 19. yüzyılda vergi toplamak, büyük ölçüde devletin eline geçmişti. Buna uymayan, vergi ve asker vermeyen başta Dersim olmak üzere Kürd bölgeleri de vardı. Buna göre bu süreçteki vergi toplama sistemini yalnızca Kürdlere bağlamaya çalışmak tarihî bir eksikliktir. Akçam bunları biliyorsa buna tarihi çarpıtma diyebiliriz.

Taner Akçam’ın diğer bir görüşü ise şöyledir:

‘’Bu kadar gönüllü bir katılım olmasaydı bu kadar insan öldürülemezdi. Bu kadar basit… Kürtler şöyledir yapmaz, Türkler böyledir yapmaz gibi saçma argümanları bırakmak gerekiyor.’’

Tarih boyunca Kürdlerle Ermenilerin ilişkileri farklı boyutlarda devam etmiştir. Bu iki halk, çoğu zaman aynı coğrafyada barış içinde yaşamıştır. Bunun yanı sıra etnik beklentileri ve Osmanlının tavırlarına bağlı olarak zaman zaman karşı karşıya gelmişlerdir. Bu konudaki verileri birkaç maddede sıralayalım.

  1. Sasuni, 16. Yüzyılda Van’da Kürd ve Ermenilerden oluşan, Osmanlının İran’a karşı kullanmak için oluşturduğu Vanguli teşkilatından söz etmektedir (Sasuni, S.117).
  2. Sasuni 1595 yılındaki bir olayı alıntı yapmaktadır. Alıntıda, isyan eden bir Kürd beyinin üzerine Sivas’taki bir birlik gönderilir. Birlik yenilerek Sivas’a döner. Kürdler, Osmanlı güçlerini Sivas’a kadar takip eder, şehri kuşatır. Osmanlı paşası Türklere ve Ermenilere Osmanlıya yardım etmeleri için emir verir. Ermeniler de Kürdlere karşı savaşırlar. Kürdler, Sivas’ı ele geçirir, Ermenileri ve Türkleri kılıçtan geçirirler. ‘’Ancak kadınlara ve çocuklara dokunmadılar, çünkü Azic (Kürd beyi) onlara el değdireni ölüm cezasıyla cezalandıracaktı (Sasuni, S.60).

Görüldüğü gibi Kürd feodalleri, aile kurumuna önem vermekte, düşman saydıklarının bile çocuklarına, kadınlarına dokunmamaktadırlar.

  1. Sasuni, Bedirhan Bey gibi, çok geniş bir alanda hakimiyet kurmuş birinin Ermenileri Kürdlerle eşit saydığını aktarmaktadır. ‘’Bedir Han ‘Siyasi bağımsızlık’ ilkesi yegane ve en yüksek bir istek olduğundan kendisi, Ermeni ve Kürt olmayı eşit sayardı (Sasuni, S.112).’’
  2. 1820’den sonra başlayan Kürdistan’ı merkezi otoriteye bağlamaya yönelik seferlerden bazılarında Ermeniler, Osmanlıyla işbirliği yapmıştır. Örneğin Sasuni, Bedirhen Bey’in yenilgisinde Ermenilerin kilit rol oynadıklarını dile getirmektedir. ‘’Ermenileri onların (Kürt) beyi Bedirhan’ı o kadar sıkıştırmışlardır ki Bedirhan tüm umutlarını yitirerek bütün ailesiyle birlikte başkumandan Osman Bey’e teslim oldu (Sasuni, S.114).
  3. Ermenilerin Osmanlıyla iş birliği yaptığı ve Kürdlerin yenilgiye uğramalarında önemli roller üstlendikleriyle ilgili başka bir aktarım şöyledir:

‘’İtiraf etmek gerekir ki Osmanlılar hileli yollara başvurmada zeki ve becerikliydiler. Örneğin 1849’da Zeytun’da Ermenileri Kürtlere karşı kullanabildiler (Sasuni, S.93).’’

‘’Zamanla Osmanlı sadrazamı Akçadağ’daki Kürt isyanını bastırmak için eğer Zeytunlu Ermeniler kendisine yardım etmeyi kabul ettiklerinde Zeytunlulara özerklik vereceğini vaad etti. Ermeniler bu vaade kandılar.

Bu güçlü Kürt aşireti Ermeniler tarafından mağlup edildi ve ancak bundan sonradır ki Osmanlı ordusu bölgeye girerek büyük tahribatlara sebep oldu (Sasuni, S.93).’’

  1. Kürdler, Osmanlıyla savaşırken Ermeni Patrikliği, Osmanlının yanında yer almış, İstanbul’dan Ermeni kiliselerine mektuplar yazmıştır. Bu mektupta Kürdler vahşi, insafsız, zalim vb. sıfatlarla tanımlanmış, mektubun sonu ‘’Yaşasın insaflı, muzaffer, iyiliksever ve dayanağa muhtaç olmayan İmparatorumuz ve Kralımız Abdulmecid Han! Yaşasın güçlü ve adil Valide Sultan!’’ şeklinde tamamlanmıştır (Sasuni, S.129-130).
  2. Bu gelişmeler sonucunda Kürdler, Ermenilere Osmanlı taraftarı ve düşman gözüyle bakmışlardır. Ermenilerden intikam almaya çalışmışlardır.
  3. 1847’de Osmanlı egemenliği belirleyici duruma geçince bu sefer de Kürd feodalleri yerine Osmanlı despotizmi başlamıştır. ‘’Ermenilerin durumu 1848’den sonra daha da zorlaştı, çünkü her ne kadar kısa bir süre için de olsa Kürd beylerinin idaresinden kurtuldularsa da hemen akabinde bu sefer buralarda yeni yerleşmiş Osmanlı idari mekanizmasının boyunduruğuna girdiler. Osmanlı despotizmi ise Kürd beylerinin keyfi idarelerinden daha az hafif değildi ve Ermenilerin uğradıkları maddi zararlar öncekine nazaran daha katmerliydi (Sasuni, S.144, 145).

Yani bu süreçte Ermeniler üzerinde egemen olan güç büyük ölçüde Osmanlı Devleti’dir.

  1. Bu süreçten sonra Kürd ve Ermeni ilişkileri gerilme ve yumuşama ekseninde devam etmiştir.
  2. 1878 Berlin Antlaşmasında Ermeniler’in koşullarının iyileştirilmesiyle ilgili madde ve Ermenilerin Osmanlıdan uzaklaşarak Rusyaya yaklaşması, Ermeni Kürd ilişkilerinde yeni bir gerginlik dönemi yaratmıştır. Bu süreçte Osmanlı, Ermenilere yönelik tavır takınmış ve Ermeni kırımına başlamıştır.
  3. Kürd ileri gelenleri birçok kez Kürdleri, Ermeni kıyımına katılmamaları için uyarmış, fetvalar yayımlamışlardır. ‘’Şeyh Ubeydullah ve oğlu Abdulkadir bir fetva çıkararak Kürdlere, Ermenileri ve Süryanileri kırmamalarını ve onlara dokunmamalarını nasihat etti (Sasuni, S.164).

‘’Eğer Şeyh, ‘Ermeni kırımlarından el çekin’ fetvasını çıkarmamış olsaydı 1880 yılında 1895 katliamlarından çok daha büyük felaketler doğabilecekti (Sasuni, S.167).

  1. Abdulhamid, Kürdistan’a bir yetki göndererek Kürdlerin Ermeni mallarını yağmalamalarını ve onları katletmelerini istiyor. Bunun üzerine Kürd ağaları Van’da toplanıyor. Toplantıda Şeyh Ubeydullah şu konuşmayı yapıyor:

‘’Çok eski zamanlardan beri Ermeniler ve Kürdler bu topraklarda komşu olarak yaşamaktadırlar. Şayet biz bugün onları kırarsak yarın da Türkler bizi kıracaklardır. Ben zannediyorum ki bu cellatlığı yapmak isteyecek olan herhangi bir Kürd bulunsun.’’ Şeyh Ubeydullah nüfuzlu bir kişi olduğundan diğerleri de ona uydular ve bundan sonra toplantı dağıldı (Sasuni, S.196).

Bunun üzerine Abdulhamid’in isteği yerine gelmiyor. Sonraki süreçte bu işi Hamidiye Alayları üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor.

  1. Sasuni, 1895 kırıyla ilgili çelişkili bir bilgi aktarmaktadır. Bir yandan Kürd önderlerinin Ermenilere dokunmayın dediğini yazarken diğer yandan şu bilgiye yer vermektedir:

‘’1895 yazı sonbaharında korkunç bir şekilde Ermeni katliamları her yerde başladı. Bu katliamların planlaması ve gerçekleştirilmesi Osmanlı idarecilerine ait olmakla beraber (bazı istisnalar hariç) Kürdler de bu hareketlere canla başla katıldılar ve eğer gerçeği belirtmek gerekirse, Ermeni vilayetlerindeki bütün kıyımlar Kürtlerin eliyle yapılmıştı (Sasuni, S.186).’’

Katliamı bir devlet organize ediyorsa nasıl oluyor da bütün kıyımları Kürdler gerçekleştiriyor? Burada bazı Kürd aşiretlerinin Osmanlıyla birlikte hareket ettiklerini belirtmesi gerekirdi.

1820 ile 1860’lara kadar devam eden Kürd kırımlarında Ermeniler de bazı Kürd aşiretleri de Osmanlının yanında yer almıştır. Bunun nedeni, feodal dönemdeki egemenlerin çıkarları ve devletin yönlendirici politikalarıdır.

  1. 1890’lı yıllarda başlayan Sasun harekatı, Osmanlı devleti tarafından organize edilmiştir. Müşir Zeki Paşa komutasında bir ordu, Sasun harekatına katılmıştır. Bu harekata bazı Kürd aşiretleri destek verirken bazıları katılmamışlardır (Sasuni, S.185).
  2. Bu süreçte olanları inkar etmek, gizlemek kimseye yarar getirmez. Tarihî olayları objektif bir bakış açısıyla ortaya koymak, bütün toplumların yararınadır. Örneğin Bedirhan Bey’in Nesturileri ve Ezidileri katlettiği, bütün tarihçiler tarafından bilinmektedir. Belgelerle ortaya konulan bu durumu kimse inkar etmemektedir.
  3. Birinci Dünya Savaşı başladığında birçok Ermeni grubu Ruslarla birleşmiş, Rusların ilerlemesine yardımcı olmuş, birçok yeri ele geçirerek katliamlar yapmışlardır.

1915 tehcirine gelince bunu organize eden İttihat ve Terraki’dir. Anadolu’nun birçok yerine gönderilen emir şöyledir:

‘‘Vakt-i seferde ordu, kolordu ve fırka kumandanları ile bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları ahali tarafından herhangi bir suretle evamir-i hükûmete ve müdafaa-i memlekete ve muhafaza-i asayişe ilişkin icraat ve tertibata karşı muhalefet ve silâhla tecavüz mukavemet görürlerse askerî güçler ile en şiddetli surette akıllarını başlarına getirmeye ve tecavüz ve mukavemeti esasından imha etmeye mezun ve mecburdurlar.

Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları, askerliğin gerektirdiği kurallara dayanarak veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek olarak veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskân ettirebilirler.’’

Buradaki emir gayet açıktır. Sürün ve katledin. Bu emri, kendi özgür iradesiyle Kürdler mi vermiştir?

Bunun üzerine başlayan tehcir ve katliamlar, sistematik olarak hazırlanmıştır. Bunlara Hamidiye Alaylarının kalıntısı bazı çeteler de katılmışlardır. Buna karşın yapılanları tasvip etmeyen ve Ermenilere yardımcı olan Kürdlerin sayısı oldukça fazladır. Buna da bazı örnekler verelim:

– Şeyh Abdulkadir, Ermeni vilayetlerindeki birçok Kürt liderine telgraflar yollayarak Ermenilere düşmanlık yapmamalarını tavsiye etmişti (Sasuni, S.227).

– Birçok aşiret Ermeni kırımına katılmamış, onları kurtarmaya çalışmışlardır. ‘’Örneğin Dersim, Ermeni kurtaran ocaklardan biri olmuş ve bu sayede 20.000 Ermeni hayatta kalabilmiş (Sasuni, S.240).’’

– Sasun’un Huyt-Modikanlı Ermenice konuşan Kürt Şeho ailesi o bölgenin Sasunlarını korumuştu.

-1916’da Muş bölgesi Ruslar tarafından işgal edildikten sonra, oradaki Ermenileri ve o bölgedeki diğer aşiretlerin yanına sığınmış olan yakinen 12.000 Ermeniyi toparlayıp Muş’a getirmişlerdi (Sasuni, S.240).

– Suriye dolaylarına sürülmüş olanlardan da edinilen bilgiye göre Güney Kürdistan’ın güçlü aşiret reislerinin muhafazası sayesinde çok sayıda Ermeni kurtarılabilmişti (Sasuni, S.240).

– ‘’Ben şahsen bu konuyla ilgili olarak şu gerçeği kendim saptadım. Birçok Kürt aşiret reisleri, 1915-1917 senelerinde Ermenileri kendi muhafazaları altına alıp, onlara Kürt elbiseleri giydirerek saklamış olduklarından, sonradan Osmanlı idarecileri tarafından cezalandırılmışlardır (Sasuni, S.241).’’

– ‘’Seçkin Kürt önderleri soykırımı sert ve kesin bir dille kınamış ve Türk egemenliğine karşı mücadelede eşgüdüm sağlamak amacıyla Ermeni milliyetçilerle temaslar kurmuşlardır (Lazarev, S.188).’’

Sonuç olarak 19 ve 20. yüzyıllarda Osmanlı Devleti ve dünya genelindeki yaşananlar bu coğrafyada yaşamış bütün halkları etkilemiştir. Bu süreçte özel olarak Kürd ve Ermeniler ele alınacak olursa bu iki halk arasında dayanışma da savaşlar da yaşanmıştır. Ermeni soykırımıyla ilgili sorumluluğu bir devleti olmayan Kürdlere yüklemeye çalışmak, tarihî gerçekleri bilinçli olarak çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Birinci Dünya Savaşı’nda Irak’ta çarpışan Hintli askerleri, bölgeyi işgal etmek ve katliam yapmakla suçlamak ne kadar mantıklıdır? Hindistan bir İngiliz sömürgesidir, İngilizler oradan zorla topladıkları askerleri, başka yerleri ele geçirmek için zorla savaştırmışlardır. Buna göre sistematik bir uygulamadan söz ediliyorsa devlet mekanizmasını göz ardı ederek yine devlet organizasyonuyla gerçekleşen münferit olayları öne çıkarmak, tarihsel olayları taraflı olarak değerlendirmektir. Kürdler, Ermenilere karşı gerçekleştirilen her türlü jenosidi ve sürgünü kınamaktadırlar. Tarihte yalnızca Kürdler ve Ermeniler karşı karşıya gelmemişlerdir. 19. Yüzyılda yoğun bir şekilde Kürd aşiretleri karşı karşıya gelmiş, birbirlerini kırmışlardır. Bu durum, dönemin feodal yapısıyla (yerel çıkarlarla) çakışan, devletin yönlendirici çalışmalarının eseridir. Örneğin Bedirhan Bey, Osmanlının yanında Nizip Savaşı’nda yer almış, Kürd mirlerinden bazılarının yenilgisinde rol almıştır. O başkaldırırken yeğeni Yezdanşer ona ihanet etmiş, Osmanlıyla birlik olmuş, ardından Yezdanşer Osmanlıya başkaldırmıştır.

Tarihî olayları değerlendirirken objektif davranmak, halkların dostluğu için sağlam köprüler oluşturur. Tarihî olayları çarpıtarak halkları karşı karşıya getirmeye çalışmak, bunu de bel altı vurarak yapmak provokasyondan başka bir şey değildir.

Kaynakça

  1. Sasuni, Garo. (1992). Kürt Ulusal Hareketleri ve 15 yy’dan Günümüze Ermeni Kürt ilişkileri. İstanbul: Med Yayınları.
  2. M. S. Lazarev; Ş. X. Mıhoyan; E. İ. Vasilyeva; M. A. Gasratyan; O. İ. Jigalina. (2010). Kürdistan Tarihi. İstanbul: Avesta Yayınları.
  3. Tehcir kanunu: https://cdn.istanbul.edu.tr/statics/ataturkilkeleri.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2013/09/ydta-21-celik.pdf

Mehmet Baran Aydın Kimdir?

1962 yılında Ağrı’nın Tutak ilçesinde dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesi, Fiziki Coğrafya ve Jeoloji bölümünü bitirdi.

1991 yılından itibaren yayımlanmış çok sayıda coğrafya kitabı bulunmaktadır.

İlk öykü kitabı, 1993 yılında yayımlanan Güneşin Doğduğu Yerden Öyküler’dir. Bir Nehirdir Ömür (2002), Düş Yolcuları (2004) ve Dağ Nazlı Deniz Kara (2015) adlarıyla yayımlanmış öykü kitapları, edebiyat alanındaki diğer çalışmalarıdır. Son öykü kitabı, Konsifrengo adıyla 2020 yılında yeniden yayımlandı. Harman Sonu adlı öyküsü ‘’Mezopotamya Kültür Merkezi’’ Dağ Nazlı Deniz Kara adlı öyküsü ise ‘’Ümit Kaftancıoğlu’’ öykü yarışmalarında ödüle değer bulundu.

Toplumbilim ve tarihle ilgili çalışmaları da bulunan yazarın 1993 yılında yayımlanan ‘’Sömürgeleşme tarihi’’ adlı kitabı, Özgür Gündem gazetesinin, aynı yıl, Musa Anter adına düzenlenen araştırma-inceleme dalındaki yarışmada birincilik ödülü aldı.

Kürdlerin Genel Tarihi ve Kurmanci olarak hazırlanan ‘’Coğrafya Ji Bo Zarokan adlı çalışmaları 2019 yılında yayımlandı.