Malum olduğu üzere, Türkiye’de de tarih, bilhassa kimlik siyasetinde, meşruiyet sağlamak açısından önemli bir koçbaşı işlevi görüyor ya da gördürülüyor. Bu açıdan da post-truth yaklaşımların tarih okumalarımızda giderek etkinlik kazandığını söyleyebiliriz. Yani tarih, olandan ziyade, bugünden geriye doğru uzanan retrospektif bir bakışla oldurulan bir kurgu olma yolunda konumlandırılıyor. Bu tabloda resmî ideolojinin yarattığı tahribata duyulan güvensizliğin rolü inkâr edilemez. Dolayısıyla “belge fetişist ve belge seçici tarihçilikle” beraber janusun diğer yüzü olarak, tarihi büken ya da kendine göre inşa eden okumaların olduğunu da görmezden gelemeyiz. Diğer bir ifadeyle; vaktiyle yazıyı mutlaklaştıran “söz uçar yazı kalır” anlayışını tersyüz ederek, “yazı ama hangi yazı” eleştirisiyle, yazıyı sözün ve inancın lehine artık güvenilmez bulan bir karşı koyuşla yüz yüzeyiz. Ama bu eleştirilerin haklı bir yanı olmakla beraber, çok eleştirilen resmî anlatı ve tarihçilikten “etkilenmediği” ya da malul olmadığını ıskalayamayız. Bir nevi, zamanla “savaştığın şeye benzeme” hali. Bu yazının maksadı, ifade bulan durumun neden ve niçinlerini teorik olarak sorgulamaktan ziyade, tarihsel bir kişilik üzerinden üretilen, “ideolojik” bir ampirik bilginin mahiyetini bir vaka (case study) okumasıyla, meselenin somutlaştırılmasına mütevazı bir katkı sunmaktır…

* Yalçın Çakmak-Tarihçi, Munzur Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, Birikim Dergisi

Bahse konu kişi, Osmanlı tarihçiliği açısından kendi döneminin (15-16. yüzyıllar) anlaşılması ve aydınlatılmasında geriye önemli kaynaklar bırakan İdrîs-i Bidlîsî.

Bidlîsî en son, Cumhur İttifakı’nın ortağı, HÜDA PAR’ın başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu’nun yıllardır ona ait olduğuna inanılan Eyüp’teki “mezarına” gerçekleştirdiği ziyaretle gündeme geldi. Bu ziyaret de haklı olarak hemen Alevilerin tepkisini çekti.[1]

Sunulan tepkilerde HÜDA PAR’ın şeriatçı kimliği ve 1990’lardaki cinayetlerle arasında kurulan ilişki kadar, dolaylı olarak, dahil olduğu ittifaka duyulan tepkinin rolü de var. Fakat burada esas olan yine de HÜDA PAR’ın bu ziyareti gerçekleştirmesi ve bunun da Kemal Kılıçdaroğlu’nun -Roland Barthes’tan mülhem şekilde ifade edersek- Alevi kimliğini ilk defa bu denli açık ve kamuoyu huzurunda ifade etme “mecburiyeti”nden kaynaklandı. Yani her iki hadisenin de peş peşe gelmesi ister istemez böyle bir üçüncü reaksiyonun oluşmasına vesile oldu ki bizce de bu mezar ziyaretinin kendisi hiç tesadüf değildi. Değildi, çünkü Türkiye’deki şeriatçıların Alevileri nasıl gördüğü belli! Değildi, çünkü yıllardır ara ara adı üzerinden nüksettiği üzere İdrîs-i Bidlîsî’nin tarihsel misyonu ile kendi siyasal iddia ve pozisyonları arasında ilişki kurmaya namzet oluşum ve kişiler ne yazık ki bu örnekle de bir mesaj vermek istedi. “Bu mesaj nedir?” diye sormadan önce, esas olarak tartışmaların göbeğinde yer alan İdrîs-i Bidlîsî’nin bugün de pek kullanışlı halde kullanılan yaşam hikâyesi ve yine bu hikâyeyle ilişkili Sünnî Kürtlere yönelen ve bir anlamıyla da yöneltilen “nefrete” dair birtakım açıklayıcı kesitler sunmak faydalı olacak.

Bir kuple tarih

Bidlîsî’nin, Tebriz’den Akkoyunlu sarayına, buradan 1503 yılından itibaren Osmanlı başkenti ve sarayına uzanan ve 1520 yılında son bulan 63 yıllık yaşamı hem kendi tecrübesi ve algısı hem de bunun üzerine inşa edilen tahayyül ve eserleriyle çok şey anlatır. Bitlis kökenli bir ailenin çocuğu olarak, Nurbahşi tarikatının Şiî temayüllerine mensup yetişmesi, ona dair bugün dile getirilen “Şafiî” isnatlarını yıkar. Bundandır ki özelikle de Osmanlı sarayında II. Bayezıd’ın himayesi altında varlığını hissettirmesi birçok düşman kazanmasını ve yazdıklarından ötürü “Şiîlikle itham edilmesini” beraberinde getirdi. 1511 yılında ailesini geride “rehin” bırakıp hac bahanesiyle Mekke’ye gittiğinde, “bugünün ezbercilerine” ilk kırılmayı yaşattı. Çünkü bu esnada gücünü giderek hissettiren Şah İsmail’e hitaben yazdığı kasidelerinde ona şu şekilde seslenecekti:

Varan 1:

Yârin kapısından uzak görmediğim bela, çekmediğim ıstırap kalmadı. Gönlüm perişan, gözlerim kan ağlamaklı. Başım senin kapının toprağından ayrıldı, sanki canım tenimden ayrılmıştır. Eğer bir daha senin kapından ayrılırsam başımı gövdemden ayır! İdrîs sen canı canana son anda yetiştir! İran’ın Behrâm gibi olan serverinin kapısına iltica et ve şiir ve nesirler kaleme alarak onun duagûyı ol! Ey baht onun cömertlik çığlıklarıyla uykundan uyan! Şah’ın sancağı her daim muzaffer olsun! Allah’ın yardımı ondan uzakta olmasın

Varan 2:

Senin kılıcın Ali’nin Zülfikâr’ının mazharıdır, Ehl-i Beyt’in hakkını Mervan’dan almıştır

[…]

Senin heybetin Rum’da zelzele yarattı, Kayser’in [II. Bayezid] kasrını yıkıp, Kisrâ’nın [Şah İsmail] kubbesi kuruldu

[…]

Senin elçin Hakan’ı[Muhammed Şeybani] kesik başını Kayser’in [II. Bayezid] önüne götürünce

[Kayser] şaşkınlıkla senin bu mesajının düşüncesine daldı

[…]

Ömrümün kalanını Şah’ı methetmekle geçirsem de yine dili kesik olan bu kalemin ayıbından kurtulamam

Bu kara yüzlü kalem Şah’ın zamanında diğerlerinin mehdini yazdı diye utancından yüzünü önüne eğdi.

Kulun hatası ve kusuru için Şah’ın geniş lütfundan daha iyi bağışlayıcı yoktur,

Tek ümidim ve sığındığım şey Şah’ın beni bağışlayacağını bilmemdir

[…]

Mahpus olduğum kafesten kaçıp kurtulan kuş benim, evlatlarımın ayrılığının acısından zindanda gibiyim

Kullarının efendisi olan Şah’ın inayeti ve yardımıyla Bütün müptelalar belalarından kurtulsa ne olur?

Tarihçi Vural Genç tarafından bilim dünyasına kazandırılan bu belgelerden de anlaşılacağı gibi Bidlîsî Osmanlı’nın yanında gözükse de (1512) içinde hâlâ güçlü Şiî izler taşıyordu ve Şah’ın da gizli bir hayranıydı. Ama bu sevgi biraz da Şah’tan beklediği karşılığı bulamayan tek taraflı bir yönde işledi. Bu nedenle Yavuz Sultan Selim’in (I. Selim) babasını tahttan indirip (1512), kardeşlerini bertaraf etmesinden sonra tüm enerjisini Kızılbaş Safevîlere yöneltmesiyle, İdrîs’in hayatında diğer bir kırılma yaşandı. Bu da Selim’in, İdrîs-i Bidlîsî aracılığıyla Kürtleri kendine bağlama amacıydı (en azından İdrîs’in anlatıları bize birincil kaynak olarak bu yönde bir bilgi sunar). Tabii bunun için öncesinde yani Safevilere karşı sefere girişmeden, onların Osmanlı topraklarındaki takipçileri olan Kızılbaşlara yönelik sistematik ve geniş çaplı bir katliama girişildi. Yani henüz 1514 tarihli Çaldıran Savaşı öncesinden bahsediyoruz ve katliam alanı olarak da “Kürdistan” olarak anılan bölge bu katliam alanına dahil değildir. Bu önemlidir. Çünkü söz konusu katliam bugün bilinçli bir propaganda ile sanki dönemin Kürdistan’ında Kürtler tarafından işlenmiş gibi gösterilir ve hatta büyük bir kesim de buna öyle inanır. Oysaki katliam gerçekleştiğinde Osmanlı mülkünün haritası bize net bir bilgi sunar. Ayrıca bir padişahın kendi mülkü olmayan toprakların idarecilerine fermanlar gönderip Kızılbaşların katlini emretmesi de zaten söz konusu olamazdı.

1451-1503 arası Osmanlı toprakları (Kaynak: Donald Edgar Pitcher, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihsel Coğrafyası)

(Kaynak: Donald Edgar Pitcher, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihsel Coğrafyası)

Devam edersek… Şah’tan beklediği teveccühü bulamayan Bidlîsî kalemini artık, Selim’in kendisini Mekke’den çağırması üzerine Osmanlı lehine çevirdi. Aynı şekilde Çaldıran sonrasında bu kez de o Şah İsmail’in taleplerine karşılık vermedi. Bu vesileyle Çaldıran öncesi Selim’in Osmanlı topraklarında giriştiği Kızılbaş politikasını Sultan Selim’e atfen yazdığı Selim Şah-Nâme’de şöyle izah edecekti:

Şuurlu kalpli bahtiyar Sultan, devlet erkanının görüşü doğrultusunda şöyle tercihte bulundu:

Akıllılık öncelikle evdeki düşmanı düşünmektir. Kızılbaş ordusu çoktur, bu ordunun esası Anadolu’dandır. Sufi benzeri kimselerin oğullarından ve bağlılarından, Anadolulu çapulcu Kızılbaşlardan oluşan bir ordudur. Anadolu insanlarından ordu toplanmıştır, öncelikle sufi tabiatlı kişiler arasından asker seçilmiştir […] Öncelikle bu bağlantıyı koparmak, fitnenin başını ortadan kaldırmak gerekir. Bilgin tabiatlı Sultan, bu topluluğa bağlananları kısım kısım, isim isim kaydetmeleri için her yöreye bilgili katipler gönderdi. Yediden yetmişe herkesin adının yüce makamlı divana getirilmesini istedi. Yazıcılar isimleri deftere kaydedince yaşlı ve gençlerden oluşan kayıtlıların sayısı kırk bin oldu. Ulaklar yazılan defterleri her yörenin hakimine ulaştırdıktan sonra her yörede keskin kılıç, adım adım yazılanlara yöneldi. Bu öldürülenlerin sayısı hesaplanan kırk bini de aştı.

Buradan da anlaşılacağı üzere, günümüzde sıklıkla dile getirilen 40 bin Kızılbaş’ın katli meselesini ilk olarak İdrîs-i Bidlîsî dile getirir ve ondan sonra gelen diğer kaynaklar da (Hoca Sadettin gibi) bunu tekrar eder.

Sonuçta da Yavuz Sultan Selim, Safevilerin içteki takipçilerini katledip, sonrasında da topladığı orduyla çıktığı sefer sonucu, 1514 yılında Çaldıran’da onları ağır bir yenilgiye uğrattı. Böylece hem öncesindeki katliamların bıraktığı acı iz hem de sonrasında Safevilerin yenilgiye uğratılmasıyla Anadolu’da takibata bırakılan Kızılbaşların Osmanlı’yla ilişkileri gerilimli bir hal alıp, onları bu devlete yabancılaştırdı. Tabii devletin şiddet politikaları sadece bununla da sınırlı kalmayıp, sonrasında da devam etti. Bu da Çaldıran zaferini Osmanlı için âdeta bir “Pirus Zaferi”ne çevirdi.

Çaldıran’la beraber Yavuz Sultan Selim Kürdistan coğrafyasında hâkimiyetini peyderpey ilerletti. Bunda, Şah İsmail’in Kürt beyleri ve mirlerini yok sayarak tepeden atadığı yöneticilerle Kürtlerin iradesini yok sayması kadar, Selim’in, Bidlîsî vasıtasıyla yolladığı boş menşurlarla (ferman) Kürtlere verdiği vaatlerin rolü de oldu. Ama bu Kürtlerin ilelebet Osmanlı otoritesine boyun eğdikleri ya da ayak uydurdukları anlamına gelmez. En azından sonrasındaki tarihsel gelişmeler aksi birçok örnek sunar. Mesela Çaldıran’da Selim ile beraber hareket eden Bidlis Emiri Şerefhan, Selim’in oğlu Kanuni döneminde Safeviler ile hareket ederken, tersi şekilde onunla aynı ismi taşıyan torunu Şerefhan ise Safevilerin Nahçıvan Beyi iken III. Mehmet’in siyaseti sonucu Osmanlı tarafına geçer ve kaleme aldığı Şerefnâme’yi de bu padişaha ithaf eder. Burada ilgi çekici ve tarihin de ironisi olan şudur ki gerek İdrîs-i Bidlîsî gerekse Şerefhan sonrasında kaleme aldıkları eserlerde Osmanlı yanlısı bir üslupla Kızılbaş ve Safevîlere yönelik çok sert bir aleyhtarlık yapmışlardır. Bu kendi düş kırıklıkları kadar, tabiiyetine girdikleri sarayın etkisiyle de ilişkilidir ki dönemin mantığı boyunca bunu farklı örnekleriyle görebilmek pekâlâ mümkündür.

Katil mi?

En azından ve görüldüğü üzere, sıklıkla ifade bulan hem Bidlîsî’nin hem de Kürtlerin “40 bin Kızılbaş’ın katili olduğu” ifadesi tamamen bir yanılsamadan ibaret. Peki bunun nedeni nereye uzanıyor? Diğer bir ifade ile yüzyıllardır katliama uğramanın verdiği mağduriyetle bunu sık sık dile getiren Kızılbaş-Alevilerin gerekçesi nedir?

Anladığımız kadarıyla Alevilerin İdrîs-i Bidlîsî’ye dair ilk tanışıklıkları ya da “ilk keşifleri”, Hicabi Kırlangıç’ın 1995 yılında tamamladığı “İdrîs-i Bidlisi, Selim Şah-name” başlıklı doktora tezinin hemen 2000’lerin başında Kültür Bakanlığı’nca kitaplaştırılmasına denk düşer. Daha öncesinde Bidlîsî’ye dair bilgileri olsa da onun bilhassa “tarihsel yaraları ve travmalarında etkin bir rol oynadığı” iddiasını da bu vesileyle öğrendiler (en azından ne bu tarihlerden önce kaleme alınan eserlerde ne de sözlü beyanlarda böyle bir ortak vurguya denk gelinir). O halde hem Bidlîsî’nin hem de Kürtlerin bahse konu “40 bin Kızılbaş’ın katli meselesindeki dahline dair tarihsel bir belge ya da tanıklık var mı?” diye sorduğumuzda buna “evet” diye bir yanıt vermemiz mümkün değil!

Doğrudur, Bidlîsî kaleme aldığı eserlerinde Kızılbaşlara yönelik çok olumsuz bir dil kullanır. Ama hiçbir yerde ne kendinin ne de Kürtlerin “40 bin Kızılbaş’ın öldürülmesinde dahlinin olduğunu” belirtir! O halde nasıl olur da böyle bir yanılsama ya da algı oluşturuldu? Bizce bunun cevabı için özellikle de 1990’larla beraber demokratik taleplerini yükselten Kürt ve Alevilerin yakınlaşmasının yarattığı endişeye bakılabilir. Klasik tabiriyle “birileri düğmeye bastı!”

Fakat bunu ne yazık ki, “akademinin köşe başlarını tutan” sağcı kesimler kadar, demokrat olduğunu iddia eden (ve öyle de görülen) bir kesim de sürekli temcit pilavı gibi ısıtıp durdu ve hâlâ da duruyor. İlkinin reflekslerinde vatan-millet-devlet bekası, ikincilerdeyse daha çok “içinden geldikleri Alevi kimliği ve Osmanlı’ya ve Kürtlere karşı duydukları öfkenin duygusallığı” hâkim. Bununla beraber iki kesimin de ortak özelliği, tarihsel kaynakların muhtevasına yönelik vukûfiyetsizleridir. Oysaki “tarihçi için esas olan; belgenin söylediği kadar, ifadenin hangi bağlam, koşul ve duygularla inşa edildiğiyle beraber yine aynı belgenin söylemedikleri ya da söyleyemediklerinin de anlaşılmaya çalışılmasıdır!” Hasılı kelam: Bugün hem İdrîs’in hem de Kürtlerin bahse konu katliamlarda dahline dair ifade edilecek her türlü bilgi bir “anakronizmdir”. Tabii bununla, sonrasındaki savaş ve çatışmalarda karşılıklı olarak ifade bulan ölme ve öldürmeleri kastetmediğimizi de hassaten belirtmek isteriz.

Yeri gelmişken, bu meselenin söz konusu aşamaya gelmesinde payları olan kimi akademisyen ve yazarların, bilhassa İdrîs-i Bidlîsi konusundaki pragmatist tutumlarına da dikkat çekmek gerek. Öyle ki bunlar birçok konuda Bidlîsî’yi, döneminin aydınlatılmasında muteber bir kaynak olarak görüp (ki öyledir de), Kürtlerin Osmanlı Devleti’ne bağlanışındaki rolünden ötürü de kendisinden sitayişle söz ederken, mesele yine aynı Bidlîsî’ce ilk kez dile getirilen “40 bin Kızılbaş’ın Yavuz Sultan Selim tarafından katledildiği” bilgisine gelince, sırf Osmanlı’ya toz kondurmamak için onu görmezden gelerek (hatta bunu kabul etmemeleri) ibretlik bir tutum sergilerler! Bu tavırları da âdeta Nasreddin Hoca fıkrasındaki “kazanın doğurduğuna inanıp, öldüğüne inanmama” haliyle örtüşür.

Ya da “hain” mi?

İdrîs-i Bidlîsî’ye Aleviler kadar, modern Kürt siyasetinin farklı kesimleri de birtakım serzenişlerde bulur. Bu da daha çok, Kürtlerin Osmanlı’ya bağlanmasında oynadığı rolü üzerinden, bağımsızlıklarına ket vuran “ulusal bir hain” olarak görülmesi yönündedir. Açık olmak gerekirse ve Kürt beylerinin sonrasındaki tavırlarına da bakıldığında, ne İdrîs’in kendine biçtiği mübalağalı rol ne de tarihin akışı -o olsa da olmasa da- Kürtlerin, iki devlet arasında ve sonrasında kendi menfaatleri ve koşulları göz önünde bulundurulduğunda, değişken, sarkastik bir ilişki geliştirmelerine engel olmuştur. Diğer bir ifadeyle İdrîs olsaydı da, olmasaydı da Kürtlerin böyle bir ittifaka girme koşulları mevcuttu. Tabii daha öncede ifade ettiğimiz gibi tüm Kürtlerin tarih boyunca böyle bir ilişki geliştirdiğini ileri sürmek de tarihsel bilgiye aykırıdır. Burada sözü çok haklı bir uyarıda bulunan Genç’e bırakabiliriz:

Bidlîsî’nin Kürtlerin mezhebi bağlılıklarından dolayı Osmanlıları Safevîlere tercih ettiği yolundaki görüşü, Sultan’a [I. Selim] beklediği şeyi yansıtmanın dışında pratikte gerçeği yansıtmaz. Aksine Kürt beylerinin her iki tarafla [Osmanlı ve Safevîler] olan ilişkilerinde mezhebi aidiyetin çoğu zaman bağlayıcı olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Akkoyunlu Uzun Hasan da Kürt ümerasının topraklarını ordularıyla istila ettiğinde uzun süren bir direnişle karşılaşmıştı. Bu durum Bidlîsî’nin kurduğu bir ittifakın bir müddet sonra dağılmasından ve bu ittifak içindeki birçok Kürt beyinin zaman zaman kendi çıkarları doğrultusunda bir dönem Safevî bir dönem de Osmanlı tarafına yakınlaşmalarından daha rahat anlaşılabilir.

Sonuç olarak

Ülkemizde tarih geriye dönük yeniden yapılandırmalarla (reconstruction) bilhassa ideolojilerimiz ve kimliklerimizin arzularına koşut şekilde zevkli, renkli ama bir o kadar da tehlikeli bir hal almış durumda. Bu tehlikenin vahameti de daha çok televizyonlardaki dizilerden tutun da yine aynı ekranlar ve sosyal medya hesaplarında boy gösteren belli “tarihçiler” ve “siyasiler” eliyle büyütülüyor. Akademik bilginin vülgarize edilmesi elbette olumlu bir şey ama vülgarize edilen kesimin akademiyi yönlendirmesi ise sanırım bize özgü, tadımlık bir hal! O nedenle Abdülhamid’e “Google” bulduran bu “akademik zihniyetten” kısa süre içinde ümitli olmak pek kâbil değil. Son yılların enkazı ne yazık ki ortada. Ama en azından geride kalan bir avuç insanın daha sağduyulu, önyargı ve kabullerden azade, anlamaya yönelik bir şüpheyle tarihî meselelere yaklaşması elzem. Üstelik bu uyarının, tamamen “resmî” kollarca, toplumsal ayrışma ve çatışmaları arttırmak için üretilen projeler karşısında hassaten göz önünde bulundurulması lazım. Bunun için, bilhassa siyaset dehlizlerindeki fırtınalı anaforlara inat sağduyulu hareket etmeyi öneriyorum. Ama bu “madem böyle, tarihsel hakikat görmezden gelinecek” demek değil. Bilakis Pandora’nın kutusu açılmışken, içindekileri bilmek ve sunmak da en tabii hakkımız. Buna rağmen sıradan okur ve kamuoyunun da yeni bilginin ortaya konulması ve anlaşılmasında önyargı duvarlarını yıkması gerek. Çünkü inanç denilen şey bir yanıyla da örülen bu duvarların çizdiği sınırlarla alakalı. Bunun için istesek de, istemesek de tarih, tarihçinin isteğinden bağımsız bire şekilde araçsallaştırılabilir ki öyle de oluyor. Ama bu demek değildir ki “siz buna ya da şuna inandınız diye tarih budur ya da herkes böyle bilmelidir”.

Türkiye’de siyasetin dili de bahse konu hususlarla ne yazık ki ziyadesiyle malûl. Bunun için tarih neredeyse, orta malına çevrilip bir dezenformasyon malzemesi haline getirilmiştir. İşte İdrîs-i Bidlîsî simgesi de tüm bu anlatılardan münezzeh değil. Karakterimiz âdeta bir siyaset kurgusunun merkezine getirilmiş. Bilhassa mevcut siyasal yönetimler kadar onlarla ilişki kurmak isteyen, “siyaseten var olmak isteyen” birçok Kürt’ün ön plana getirdiği tarihsel bir simge, stereotip. Bugün ona ait olduğu iddia edilen mezarını ziyaret edenlerin mesajı da tamamen bu yönde. Ama bunun bir de Kılıçdaroğlu’nun “Alevi” başlıklı videosu sonrasında gelmesi ayrıca düşündürücü. Çünkü kamuoyunun da tedirgin olduğu üzere vermek istenilen mesaj şuna işaret ediyor: “Alevi düşmanı, Şeriatçı Kürt İslâmcılığı.” Fakat fikrimizce, bu tarihsel figürün “Kürtlüğü” ve “Müslümanlığını” meczederek bir algı oluşturmaya çalışanlar önce Bidlîsî’nin sahih olan tarih bilgisine bakmalı. Aksi durumda, tıpkı üzerinde dua ettikleri mezarın Bidlîsî’ye ait olmaması gibi tarihten çağırdıkları ruhu da ona ait olmayabilir!     


Kaynakça

İdrîs-i Bidlîsî, Selim Şâh-Nâme, haz. Hicabi Kırlangıç, Hece Yayınları, Ankara, 2016.

Vural Genç, “Şah ile Sultan Arasında Bir Acem Bürokratı: İdrîs-i Bidlîsî’nin Şah İsmail’in Himayesine Girme Çabası”, Osmanlı Araştırmaları/The Journal of Ottoman Studies, XLVI (2015), s. 43-75.

Vural Genç, Acem’den Rum’a Bir Bürokrat ve Tarihçi: İdris-i Bîdlîsî,1457-1520, TTK. Yayınları, Ankara, 2019.

Vural Genç, “İdris-i Bidlîsî’yi Yeniden Düşünmek”, Kürt Tarihi ve Siyasetinden Portreler, der. Yalçın Çakmak ve Tuncay Şur, İletişim Yayınları, Ankara, 2018, s. 31-41.

KIYMIK, “Doç. Dr. Vural Genç ile “İdris-i Bidlîsî’yi Nasıl Bilirsiniz?: Bir Acem Bürokratına Yeniden Bakmak”, https://www.youtube.com/watch?v=_sApacYufOY

Yalçın Çakmak ve Tuncay Şur, “Margins of Allegiance and Revolt: Relations between KurdishTribes and the State from the Late Ottoman Period to the Early Modern Republics”, International Journal of Conflict and Violence, 16 (2022), s. 1-15.

Artı Gerçek, “Osmanlı, Kızılbaşları Kızılırmak’ta boğduruyordu”, https://artigercek.com/guncel/devlet-kizilbasliga-karsi-bektasiligi-kurumsallastirmak-istedi-76104h

Artı Gerçek, “’Kızılbaş katliamını İdris-i Bidlisi değil, Yavuz Sultan Selim yaptı’”, https://artigercek.com/guncel/kizilbas-katliamini-idris-i-bidlisi-degil-yavuz-sultan-selim-yapti-104363h?fbclid=IwAR2QU8EoTz1oGKqWRrbD4RTu9XNMysA-683OwCeIAS2v4-oFg7FqkcKx7N8

Dersim Ekspres, “HÜDA PAR’dan Provokatif Ziyaret: Yıllardır Yanlış Mezar Ziyaret Ediliyor!”, https://www.dersimekspres.com/haber/huda-pardan-provokatif-ziyaret-yillardir-yanlis-mezar-ziyaret-ediliyor-858.html


[1] Alevi Haberler, “HÜDA PAR lideri Alevi katliamları ile anılan İdris-i Bitlisi’nin mezarında!”, https://www.alevihaberler.com.tr/haber/huda-par-lideri-alevi-katliamlari-ile-anilan-idris-i-bitlisinin-mezarinda-204