Britanyalı rahibe Isabella L. Bird 1890 yılında yaptığı seyahatin notlarını, gördüklerini ve yazdığı mektupları 1891 yılında yayımladığı ’Fars Ülkesi ve Kürdistan’a Seyahat ’ adlı iki ciltten oluşan bir kitapta toplamıştır.Bu çeviri, kitabın ikinci ciltinin 349–358 sayfalarındaki Bitlis anlatımlarını kapsamaktadır.

Araştırma ve çeviri: Baran Zeydanlıoğlu

Bitlis, 11 Kasım 1890

Isabella L. Bird

O güzel Tuğ köyünde iki saat dinlendikten sonra, çok yorucu ve yıpratıcı geçen daha önceki yolculuğumuza, yaklaşan güneşin batışına ve akşama rağmen, üç saatlik bir seyahatten sonra Rahva üzerinden vadiyi geçerek Bitlis’e ulaştık.

Eğer bu yolculuğu, her tarafı çiçeklerin, otların ve yeşilliklerin kapladığı bahar aylarında yapmış olsaydım, sağlı sollu çıplak kayalıklar ve uçurumlarla dolu ve tepesinde kar olan, gri gökyüzünü delercesine yükselen çakıllı dağların bulunduğu bu ürperti verici vadi, beni o kadar etkilemezdi. Çünkü bu vadideki seyahatim şimdiye kadar yapmış olduğum en tuhaf ve çılgınca yolculuk hissine kaptırdı beni.

Bitlis vadisinden aşağıya doğru inişimiz bizi, sanki üst bir evrenden çıkışı olmayan alt bir evrene geçiş duygusu ile ürkütüyordu. İnişimiz sırasında Dicle Nehri’ni besleyen kaynaklardan birisi olan suyun yanından geçerek şehre ulaştık. Vadi bazı yerlerde daralarak uçurumlaşırken, çevresindeki çıplak dağlar da etrafında yerleşim yerleri kurulamayacağını belirgin bir şekilde gösteriyordu. Yol boyunca volkanik taşlar, antik dönemlere ait taş kemerler,  sel ve yağmurlardan oluşmuş yarıklar ve yamaçlarda var olan dar patikalar da gözden kaçmıyordu. Atların uçurumdan yuvarlanması sanki an meselesiydi. Taş, kaya, ağaç ve çalılıklardan oluşan bir güzergahtan geçerken akşam karanlığı vadiye çöküyor ve biz uzaktan ışıkları ancak seçebiliyorduk, ki bu da Bitlis’e vardık anlamına geliyordu. Dar bir geçitten geçerek içerisinde katırların, erkeklerin ve bizleri sıcak bir şekilde karşılayan Avrupa dilinde konuşanların olduğu, pencereleri demir parmaklıklı, girişinde dik eşikler olan, kocaman bir evin avlusuna geldik.

Bitlis, 12 Kasım 1890

“Bu şehrin büyüleyiciliğini dün akşam vadiden geçerken hissetmiştim, ancak bu sabah gördüklerimden sonra, buranın yapısı ve konumlandırılması itibari ile Batı Asya’nın en romantik ve etkileyici şehri olduğunu söylemem gerekli.” 

s1

Bu şehrin büyüleyiciliğini dün akşam vadiden geçerken hissetmiştim, ancak bu sabah gördüklerimden sonra, buranın yapısı ve konumlandırılması itibari ile Batı Asya’nın en romantik ve etkileyici şehri olduğunu söylemem gerekli. Şüphesiz Bitlis’i gündüz gözüyle ziyaret edenler de şehrin birden bire karşılarına bir vadi içerisinde çıkmalarından dolayı şaşırıyorlardır. Bitlis Çayı veya Doğu Dicle, şehrin ortasından geçiyor, ki bu su daha sonra şehirde başka sularla birleşiyor ve büyük bir çay olarak güney istikametine doğru akarak Dicle’yle birleşiyor. Beş tane vadinin birleşmesi sonucu oluşmuşa benziyor Bitlis. Şehrin bu eşsiz görünümünü, etkileyici bir şekilde tamamlayan yapı ise Bitlis Kalesi kalıntıları. Kale devasa falezler ve kayalar üzerine, yuvarlak kuleleri olan düzensiz bir kare şeklinde yapılmış.

Yüksek duvarlarla çevrili, geniş avlu ve bahçeleri olan evlerin heybeti hemen dikkat çekiyordu. Her bahçe kapısı demirlerle güçlendirilmiş ve her pencere demir parmaklıklarla donatılmıştı. Öyle ki pencerelerin yüksekliği ve evlerin büyüklüğü bir kuşatmaya karşı durabileceği havasını veriyordu. Evler sanki katman katman birbirilerinin üzerine inşa edilmiş gibi görünseler de, önlerinde aşağısı uçurumlu yollar bulunuyordu. Şehirde her biri tek kemerli olan 20 adet çok eski taş köprü ve ayrıca şehrin her yerine dağılmış tarihi kalıntılar vardı. Köprülerden bazılarının ve kalenin çok eskilere, ta Büyük İskender zamanına, hatta daha öncesine ait olduğunu söyleseler de, bazı tarihçiler köprülerin Ermenilerin Pageş şehri dönemi veya Sarazenler dönemine ait olduğunu söylüyorlardı. Şehir boyunca akan suyla birlikte Diyarbekir’e giden yola çıkılıyordu.

Bitlis çok uzaklarda ıssız bir yer olarak görülse de, Osmanlı’daki en yoğun ve önemli ticari kervan geçiş güzergahı üzerindeydi, ki bu trafik de senenin 7-8 ayı boyunca da devam ediyormuş. Şehir 1430m. deniz seviyesinin üzerinde olup hava sıcaklığının çok ender sıfırın altına düşmesine rağmen, inanılmaz miktarda kar yağıyormuş Bitlis’te, öyle ki yağan karlar Rahva’daki telgraf direkleri seviyesine varıyor ve insanlar hayvanları ile birlikte haftalar, hatta aylarca evlerinden dışarıya çıkamıyorlarmış. Bitlis’te ayrıca kırmızı kök boya veya koyu lacivert renkler kullanılarak üretilen ve büyük ölçüde dışarıya satılan pamuklu kumaşlar da vardı. Bu kumaşlardan Ermeni kadınlar kendilerine işlemeli önlük yapıyorlardı. Ayrıca yetiştirilip üretilen ve dışarıya satılan ürünler arasında ceviz, meşe ağacı, bal, balmumu, yün ve meşe ağaçlarından sızan reçine vardı.

Bitlis yaşam koşullarının sert, yapısının muhafazakar ve bir o kadar da kargaşaya müsait olduğu Osmanlı’daki şehirlerden biri olmasına rağmen, Rauf Paşa tarafından hem bu şehirde, hem de civarında sükunet ve nizam sağlanmış görülüyordu. Şehre bir çok askeri birlikler getirilmiş ve şu an var olan askeri garnizondaki asker sayısı da 2500 kişiymiş. Askerler bakımlı, temiz üniformalı, iyi ve disiplinli bir donanıma sahip görünüyorlardı. Askerlerin şehirde olmaları buradaki Hristiyan nüfusa biraz güven de veriyordu.

Bitlis’in nüfusu takribi olarak 30 000 olarak söylenmekte, ki bunun 20 000’den fazlasını Kürdler oluşturuyor. Şehirdeki hem kadın hem de erkekler çok güzel ve yakışıklılar. Üzerlerinde taşıdıkları Kürd kıyafetleri de ayrıca bu ilginç ve bir o kadar resim gibi güzel şehre, ayrı bir güzellik katıyor. Erkekler, saten yelekler üzerine, bu mevsimde sıkça görülen koyun postundan yapılmış, üzeri yün olan siyah kolsuz ceketler giyiyorlar. Kızların burunlarındaki gümüş hızmalar onlara her ne kadar ‘vahşi’ bir  görünüm verse de, bu gelenek  Ksenofon zamanında (M.Ö. 400) dahi var olan onların ataları Karduklular’dan kalma bir alışkanlıktan başka bir şey değil. “

Bitlis’in nüfusu takribi olarak 30 000 olarak söylenmekte, ki bunun 20 000’den fazlasını Kürdler oluşturuyor. Şehirdeki hem kadın hem de erkekler çok güzel ve yakışıklılar. Üzerlerinde taşıdıkları Kürd kıyafetleri de ayrıca bu ilginç ve bir o kadar resim gibi güzel şehre, ayrı bir güzellik katıyor. Erkekler, saten yelekler üzerine, bu mevsimde sıkça görülen koyun postundan yapılmış, üzeri yün olan siyah kolsuz ceketler giyiyorlar. Kızların burunlarındaki gümüş hızmalar onlara her ne kadar ‘vahşi’ bir  görünüm verse de, bu gelenek  Ksenofon zamanında (M.Ö. 400) dahi var olan onların ataları Karduklular’dan kalma bir alışkanlıktan başka bir şey değil. Tabi Kürtler bu zaman içerisinde artık  alkol kullanmıyorlar ve Müslüman olmuşlar. Buradaki Kürdler Sünni Müslümanlar ve her ne kadar komşuları olan Türkler, Kürdlere Kızılbaş gözü ile bakıp hor görseler de, aralarında herhangi bir sürtüşme veya kavga dövüş söz konusu değil.

Kürdlerin fizikleri çok zarifti. Doğrusunu söylemek gerekirse ben hayatımda bu kadar narin ve güzel bir halk daha önce görmemiştim. Erkeklerin üzerlerindeki o şaşalı ve son derece güzel kıyafetler, sahip oldukları duruşlarına daha da bir estetik ve şatafat katıyor. 

Dış görünüş itibari ile hassas, ancak bir o kadar da keskin bir yapıya sahipler. Ağız yapıları küçük ve güzel. Dişler her zaman beyaz ve sağlıklı; yüz oval, kaşlar kalın ve eğimli; kirpikler uzun; derin ve bilge bakışlı gözler; burun ya düz yada şahinimsi kemerli; çene hafif basık; eller ve ayaklar küçük ve ince.

Bitlis’in kadınları gençken güzel ve alımlılar ancak yaşam şartları, ağır işler, erken evlilik ve erken annelik gibi etkenlerin, onların çok çabuk yıpranmalarına ve yaşlanmalarına neden olduğu aşikar.

Şehrin yoksul Kürdleri; pamuk ve kıldan yapılmış, Farsların çarıklarına benzeyen ayakkabıların içine, üzerinde işlemeleri olan şaşaalı yün çoraplar giyiyorlar. Pantolonları bahriyelilerin geniş paçalı pantolonlarını andırıyor. Bellerinde yünden dokunmuş Kaşmir desenli kuşaklar, omuzlarında ise kolsuz kısa ceketler taşıyorlar. Kürdlerin başlarındaki sarıklar ise hayli ilginç.  Sarıkların altına siyah veya beyaz olan bir takke yerleştirildikten sonra üstüne  ipek, yün ve pamuktan oluşan sarığı, bir ipin yardımı ile iyice sarıp sarmalıyorlar. Kuşaklarındaki hançer ise her zaman görünür bir şekilde taşınıyor, ki onun üstünde de genellikle sırt ve göğüslerini çarpı çeklinde kaplayan iki  mermi şeridi asılıyor. Beldeki kuşağa asılı olarak kılıç, kuşağın içinde ise tütün kesesi, sigara ağızlığı, çakmaktaşı ve hatta bazı durumlarda da içinde sadece bir atışlık barut olan üzeri işlemeli boynuz şeklinde barutluk taşıyorlar.

s2

Şehrin zengin Kürdleri ise, Süryanilerin giyim ve kuşamlarına benzeyen tarzda  giyiniyorlar. İçe giyilen ve göğsün üst kısımlarını gösteren ve çok uzun kolları olan içlik, genellikle kırmızı veya beyaz parlak saten kumaştan. Onun üstüne ise kol ağzı gene çok uzun, ipekten ve üzeri altın yaldızlarla işlemeli kısa bir ceket giyiliyor. Pantolonlar; çizgili ipek veya satenden, paçaları oldukça geniş. Çizmeler; karanfil kırmızısı, ortaçağ tarzında tamamıyla esnek deriden. Kuşaklar; turkuaz taşlarla süslenmiş fincan kadar büyük gümüş çengelli iğnelerle tutturulmuş ve bu kuşakların içerisinde üzerleri değerli taşlarla süslenmiş hançer ve  gümüş işlemeli tabancalar ve türlü türlü diğer ışıldayan takılar. Omuzlarda ise atın üstündeyken rüzgarda dalgalanan, uçları uzun saçaklı, beyaz veya siyah taban üzerine kırmızı, mavi, ve kavuniçi çizgili ipek şallar. At malzemeleri ise; özel günler, düğün ve diğer merasimlerde çıkartılıp, atların başlarına, boyunlarına, yeleleri ve göğüslerine asılan gümüş liralardan oluşuyor.

Kadınların kıyafetleri de eşlerinin giyim tarzlarının yansıması gibiydi. Üstte; pamuklu mavi bir gömlek, altta; ayak bileklerinden büzülmüş şekilde geniş bir şalvar, başlarda; gümüş bir başlığın etrafında her biri zincirin ucuna asılı sallanan liralar, omuzlarda; uçları tokalarla boyundan tutturulmuş kare bir pelerin, boyunlarda zincire asılı habbeler, saçlara tutturulmuş küçük bir mendil ki bunu genellikle yabancı bir erkekle karşılaşınca ağızlarını örtmek için kullanıyorlardı.

s3

Bitlis’teki Türkler küçük bir azınlıklar. Hristiyan Ermenilerin şehirdeki sayısı ise, 2000 ile 5000 arasında olduğu söyleniyor.Buradaki büyük kilisenin şehrin dışında büyük bir manastırı ve ona bağlı bir çok küçük kilise ve okulu da var. Ayrıca Protestan Ermenilerin 400 kişiye yakın bir cemaati ile birlikte etkili bir kiliseleri, kız ve erkek öğrencileri için de büyük bir yatılı okulları var şehirde.

Bitlis Asya’da gördüğüm şehirler arasında şiddete meyilli olan en çılgın yer, ki buradaki kavga ve çatışmalara karşı tedbir olarak sadece merkezde bulunan büyük bir askeri garnizon bulunuyor. Bitlis’teki bayan misyonerler yirmi seneden beri burada yaşıyor olmalarına rağmen, güvenli bulmadıklarından şehrin Müslüman kesimlerine inmiyor ve çarşıdan dahi geçmiyorlarmış. Misyonerlerin sahip oldukları konum ve imkanların çok kısıtlı ve istikrarsız bir düzeyde olduğunu aktardılar. Ayrıca şehirdeki Hristiyan Ermeniler de büyük yoksunluk ve sınırlamalara maruz kalıyor ve hükümet tarafından da güvenilir bulunmuyorlarmış. Öyle ki son dönemlerde silah arama emri ile rahatsız edilip silah satanlarla tamir edenler tutuklanmışlar. Hatta Hristiyanların cenazeleri dahi polis nezaretinde kaldırılıyormuş, çünkü polisler tabutlarının içinde ceset yerine ateşli silah veya mühimmat saklayabileceklerinden şüphe ediyorlarmış. Tamamıyla silahlı ve inançları açısından her an galeyana gelebilecek olan Kürd nüfusunun içerisinde bulunan Ermeniler, eğer gerilim bu şekilde devam ederse, bir iki seneye kalmaz bir katliam olabileceğinden çekiniyorlar.

Ben bu ihtişamlı ve bir resim gibi güzel şehir Bitlis’i yılın bu geç mevsimde görmekten ziyade, özellikle bu iki Amerikalı misyoner bayanı ziyaret icin geldim.Bana burada ev sahipliği yapan bay ve bayan Knapp’lar, Bitlis’teki otuz senelik bulunuşlarının son dönemlerini geçirmek için Amerika’daki bir ziyaretlerini bitirip, çocukluğu Bitlis’te geçmiş ancak Amerika’daki üniversiteden mezun olan oğullarını da beraberlerinde getirerek Bitlis’e dönmüşlerdi. Diğer misyoner çocukları gibi oğulları da, doğup büyüdüğü ve çocukluğunun geçtiği, arkadaş ve dost edindiği insanların yanına dönmüştü. Yalnız artık evlenmişti ve eşi ile beraber dönmüştü buraya.

Buradaki bu iki bayan misyoner, ki hemen hemen İngiliz sayılırlar, yüksek düzeyde eğitimli ve bir o kadar da başarılılar. Bay ve bayan Knapp’larla Akdeniz’deki bir gemi seyahati sırasında tanıştıktan sonra, onlarla birlikte bu tehlikeli ve ilginç yere gelmeye karar vermişler. O zamandan buyana yani 23 seneden beri de buradaki kadın ve kızlar arasında sevgi ve umutla halen çalışmaktalar. Sorumlu oldukları okulun elli yatılı elli de gün içerisinde gelen kız öğrencileri vardı. Ayrıca okula bağlı hemen bitişiğinde bir de anasınıfı mevcuttu. Öğrenci velilerinden okula para veya karşılığında imkanları dahilinde destek bekleniyordu, ancak onlar da gittikçe fakirleştiklerinden yaklaşan kış için tedarik edilmesi gereken ihtiyaçlar çok düşük seviyede kalıyordu.

Bu bayanların zevkleri ve cömertlikleri ev’de olduğu gibi döşedikleri sınıfa da yansımıştı. Duvarlarında resimler, pencere önünde saksıları ile her yerde  karşılaşabileceğiniz ferah ve güzel bir okul sınıfı yapmışlardı. Onlar için ‘sevgi hukukun uygulanmasıydı’ ki o yaklaşımla herkese, her şeye ve her olaya sevgi ile yaklaşıyor, bir annelik ruhu ile okul ortamını aile ortamına çeviriyor ve hem öğrencileri yetiştiriyor hem de eğitiyorlardı. Bu bayanlar şimdi daha önce bu okulda öğrenci olanların çocuklarını, hatta bazılarının torunlarını eğitiyorlardı ve bu durum onlara çok büyük haz veriyordu. Öyle ki; geleneksel Ermeni aile yapısına ve kadınlarının sosyal ilişkilerine Hristiyan müritlik anlayışı ile nasıl nüfus ettiklerini görebiliyorlardı. Artık daha önce öğrenci olup şuan evlenmiş olanların ağızlarından o kışkırtıcı ‘E biz sadece kadınız,  ne yapabiliriz ki?’ sorusunu duymuyorlardı. Bu öğrencilerin çoğu kimsenin cesaret edemeyeceği ve gidemeyeceği dağ köylerine dönerek, Bitlis’teki okuldan edindikleri nazik ve hürmetkar anlayış ile oraları tatlandırmışlardı. Bu iki öğretmen bayan veliler toplantısı düzenlemiş ve öğrenci annelerini çağırmışlardı. Ben de toplantıya katılarak onların entelektüel ve nezaket kuralları seviyelerini görmek için onların cümleleri olan ‘ biz sadece kadınız…’ cümleleri kurdum ve gördüm ki, hem entelektüel hem de sempatiklerdi.

s4

Bayan Grace Knapp, bayan Mary Annie Ely, bayan Charlotte Ely, Bitlis’teki evlerinde, 1910.

Mt.Holyoke College archive

Bu bayan öğretmenler çok büyük zorluklara katlanıp göğüs germişler ve halen de yoksunluk ve tehlike içinde yaşamaktalar. Bayanlardan biri bir gün Bitlis merkezde öyle bir taşa tutulmuş ki, isabet eden taşlardan dolayı bayılarak atından düşmüş. Diğer bayan ise bir ay veya daha uzun süren Ermeni köyleri ziyaretlerindeki zorluklardan bahsetti. Nasıl hayatını tehlikeye atarak, göl civarındaki ve Muş–Rahva ovalarındaki köyleri kışın o tipi ve boranda, metrelerce yükseklikteki karları bir erkeğin çektiği kızakla yararak dolaşmak zorunda kaldığını, nasıl bir ay bazen de daha fazla konak yerlerinde kalmak zorunda olduğunu, nasıl Kürdlerin ve diğerlerinin en tehlikelileri ile aynı karanlık ve kalabalık ev ve ahırlarda korkusuzca konakladığını anlattı. Zaptiye temininin çok pahalıya gelmesinden dolayı artık temin edilememesi, köy ziyaretlerini çok riskli ve tehlikeli kılmaktaymış. Özellikle yaz ve sonbahar boyunca gerçekleşen ve bir çok mal ve can kaybına neden olan Kürd saldırıları, Muş ovasındakileri perişan etmiş. Öyle ki artık Hristiyanların konvoy halinde dahi seyahat etmeleri can güvenliklerinin sağlandığı anlamına gelmiyormuş. Son zamanlarda kervanlar saldırıya uğruyor ve soyuluyorlarmış. Bir keresinde Müslüman ve Hristiyanların beraber seyahat ettikleri bir kervana yapılan saldırıda, Müslümanlara dokunulmazken Hristiyanlar soyguna uğramışlar. Bayanların birinin anlattığına göre daha geçenlerde kiraladığı bir katırcı, yolcularından birisini öldürmüş ve güzergah üzerindeki Kürdler de bu olayı zevkle izlemişler.

Bu misyoner evinde lüksün ne olduğu bilinmiyordu. Sırf beni misafir edecekler diye, bu küçük yerde araya bir perde çekerek kendileri mutfakta yatıyorlardı. Ev halkının karşılama odası diye adlandırdıkları oda ise hem mutfak hem de oturma odasına çevrilmiş durumdaydı. Bütün bu zorluklar arasında bu bayanların yüzlerine Tanrıya olan o huzur dolu itaat ve imandan dolayı bir bilgelik yansımış gibiydi. Buradaki görevlerinin çok mücadele içinde geçtiği de her hallerinden belliydi. Bu çılgın şehirdeki bir dağ yamacında konumlandırılmış yaşamları çok kısıtlı imkanlar içerisinde devam ediyordu. Bizlerin öyle alışkın olduğu şekilde ‘ihtiyaçtan dolayı gezi’ yapan gezginlerin buralarda pek görülmediği gibi, zaten 2-3 senede bir ancak bir gezgin geçiyormuş. Böyle iman ve sevgi dolu bir yaklaşımla, böylesine bir hayatı seçmiş olanların cesaretleri önünde saygı ile eğiliyorum!

MEKTUP XXXIII

Pikhruz, 14 Kasım 1890

Bu ihtişamlı şehir Bitlis’ten ve dostane Misyoner Evi ve cemaatinden  ayrılmak zorunda kaldığım için üzgündüm, ancak gökyüzüne bakarak ve dağlardaki renklerden de anlaşılacağı gibi kışın bastırmasının an meselesi olduğu konusunda arkadaşlarımı uyardım. Zaten Dr. Reynolds hem katırcı ve kılavuz ayarlamıştı, hem de Vali Bey’den  ihtiyaç olduğu taktirde fazladan zaptiye temin edebileceğim konusunda bir mektup almıştı. Benim Türk olan katırcım, Musa, hem zengin hem de bir o kadar da şen ve eğlenceli biriydi. Kırk tane attan oluşan bir kervanın sahibiydi, ki bu kervanıyla taşıdığı yükler arasında hükümetin cephanesi de vardı. O yüzden her şey öyle beklenildiği gibi sakin ve sorunsuz geçmeyebiliyordu bu sıralar olduğu gibi.

Yokuş aşağı inerken sanki yoldan değil de bir merdivenden inercesine Dicle (çay) üzerinden atlarımızı sürerek geçtik, her ne kadar daha geçen gün Bay Knapp ile buradan geçerken taşlanmış olsak da bu sefer kimse bize karışmadı, çünkü zaptiyelerin kılıçlarından çekiniyorlardı. Dar, basık ve güneş gölgeliklerinden dolayı karanlık olan Bitlis çarşısı, alışveriş için orada bulunan kalabalıktan dolayı da çarşıdan geçmemizi zorlaştırıyordu. Tezgahlarda; meyveler, kökler, ilginç sebzeler, evde kırmızıya boyanmış pamuklar, şaşaalı at malzemeleri, Kürdlerin hoşlandıkları türden hançerler ve gümüş zincirler, rengarenk Kürd kıyafetleri, burunları diz kapaklarına değecek kadar kıvrılmış kırmızı çizmeler, atlar için eyerler ve kırmızı renklisi de dahil her türlü qelûnlar (çubuk -sigara ağızlıkları) ile doluydular. Ayrıca kırmızı ve yeşil çömlekler, kocaman su küpleri, testiler, süpürgeler, otlu ve otsuz peynirler, nallar, etler, yani büyük bir şehir nüfusunun gereksinimleri için uygun olan her şey  vardı ve esnaf da dükkanlarında oturmuş alışveriş yapanları izliyorlardı.

Bitlis’ten Erzurum’a doğru yol alırken, şehir çıkışında güneşin altında sırtlarında testilerle kuyulardan su taşıyan kızlar ile atlar üzerindeki Kürtlerle karşılaştık. Bitlis tam bir sular, çaylar, akarsular, çeşmeler, kuyular ve kimisi bol demir içeren kimisi kükürtlü, su kaynakları diyarı. Bu muazzam resim kadar güzel şehrin üst üste gibi olan evleri, parmaklıklı pencereleri, devasa tarihi kalıntıları, gür akarsuları, her biri birbirinden daha etkileyici köprüleri, teras şeklindeki ormanlık yamaçları ve tepeleri karla kaplı dağları, yolumuzun kıvrılması ile oradaki arkadaşlarım gibi artık arkamızda kalırken, beni de önümdeki tehlikeli yolculuğumla baş başa bırakmışlardı….

s5

Journeys in Persia and Kurdistan, Volume II (of 2)

by Isabella L. Bird

LONDON

JOHN MURRAY, ALBEMARLE STREET

1891

Bu çeviri Bitlisname kaynak olarak gösterilmeden yayınlanamaz.