Osmanlı’dan günümüze “kutsal devlet”, salt yaptıklarıyla değil, kullandıkları araç ve yöntemler itibariyle de İstibdat yönetiminin temel karakterini tavizsiz sürdüre gelmiştir.

 1920li yıllarda şekillenen ve anti-kürt refleks ile mayalanan Cumhuriyet, bütün olağan-üstü kurumlarını, hiçbir kural tanımadan “Kürtlük cereyanının” yok edilmesi üzerine yoğunlaştırdı. Tahrir-i Sükun Kanunu, İskan Kanunu, Tunceli Kanunu gibi düzenlemeler, Harp divanları, İstiklal Mahkemeleri ve Umumi Müfettişlikler gibi kurumlaşmalar, Tekil, Tedip ve Tehcir gibi operasyonlar, “Kemalist Aydınlamanın” , Anadolu’yu halkların cehennemine çeviren pratiği ile bu üstü örtülü devlet aygıtının her bir hücresi ayrı zulmün ve zorbalığın timsali olarak tarihe geçmişlerdir.

Bu kurumların başında hiç şüphe yok ki Bitlis Harp Divanı gelir. Bitlis Harp Divanı, Kürdistan Bağımsızlık Komitesi(Azadi) lideri Cıbranlı Miralay Hailt Bey, Örgütün lider kadrolarından Yusuf Ziya Bey, Teğmen Ali Rıza Bey, Şair Melé Abdurrahman ve Yusuf Ziya Bey’in damadı Faik Bey yargılayan ve idama mahkum eden, özel bir askeri örgütlenmedir.

 Bitlis Harp Divanı’nın özel bir işleve sahip olduğu, devletin resmi belgeleriyle de mevcuttur. Devlet, Kürtlerin yargılandıkları davalarda, Kürt-Kürdistan kavramları kullanmaktan itina ile kaçınır. Bunun yerine “şaki”, “sergende”, “haydut”, “irticacı”, “müfteri” gibi kavramları kullanmayı yeğlemiştir. Ancak Kemalistler, Bitlis Harp Divanı’da görülen Azadi liderlerinin yargılandığı davanın bir Kürt-Kürdistan davası olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlar ve bu davanın tutanaklarını günümüze değin açmamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti, satır aralarında Kürdistan Davası olarak kabullendikleri bir davanın, gelecek kuşakların bilgisine sunması beklenemez. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin mahkeme tutanaklarını özel gayretle gözlerden ırak tutması şaşılacak bir durum değildir. Mahkeme tutanakları açılmadığı içinde Bitlis Harp Divanı’nı oluşturan kadroların ve “yargılamanın” hangi tarihlerde yapıldığı da belli değildir. Ancak Bitlis Harp Divanı’nın kadrolarının özenle seçildiğine şüphe yoktur.

 Bitlis bilinçli bir tercihtir. Bitlis’in çevresi güvenceye alınmıştır İşe Bitlis valisinin değiştirilmesi ile başlanır. Bitlis Valisi Zihni Bey, Erzurum eşrafındandır ve ılımlı biri olarak tanınır. Kemalistlerin yapacakları operasyonlar için yeterince “güvenilir” değildir.Bitlis valisi Zihni Bey görevinden alınarak yerine II. Fırka Komutanı Kazım Paşa(Dirik) atanmıştır. Kazım Paşa tesadüfen seçilmemiştir. Kazım Paşa(Dirik), 1881 Manastır doğumludur. Mustafa Kemal gibi Balkan kökenlidir. Halit Bey’le kişisel husumeti olduğu söylenir. Bu konuyu ünlü devlet milisi Mehmet Halit Fırat anlatır. M.Halit Fırat’a göre husumetin nedendi şudur:

       “Silk askeriyeden tart cezasına Halit Beyin riyaseti altındaki Divanı harbinden alan Kazım Paşa- Kazım Dirik- Bitlis’e vali tayin edilmiş ve Bitlis’te vazife görmekte idi.”[1] M.Halit Fırat’a göre, Kazım Paşa(Dirik) daha önce işlediği bir suçtan, Halit Bey’in görevli olduğu Divan-ı Harp’te yargılanmış ve ceza almıştır. Bu vasıflarda birisinin Bitlis’e vali olarak atanması, Kemalistlerin niyetlerini yeterice ortaya koymaktadır.

  Bitlis Harp Divanının kimlerden oluştuğu tam olarak bilinemedi. Kadri Cemil paşa(Zinar Silopi)[2]  anlatımlarında; askeri mahkemenin üyelerinden Binbaşı Sari Hasan Bey’in bu konuyu kendisine anlattığını söyler. Binbaşı Sari Hasan Bey’in anlatımlarına göre; askeri mahkemenin başkanı Kadıköylü Miralay Ferit Bey atanmış, sonradan değiştirilerek  yerine Elazığ Tümen komutanı Nurettin Paşa atanmıştır. Ancak Nurettin Paşa, Bitlis’e giderken Maden kazası yakınlarında trafik kazası geçirmiş ve ayağı kırılmıştır. Bu nedenle uzun müddet mahkemeye katılmamıştır.

Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur; Bitlis Harp Divanı, Kemalistlerin kendi yasalarını da çiğneyerek oluşturdukları ve yürüttükleri özel görevlendirilmiş bir örgütlenmedir. Bu özel örgüt; devletin tabiriyle “Kürtçülük faaliyetlerini izlemek, açığa çıkarmak ve bertaraf etmek” için görevlendirilmiştir. Bitlis Harp Divanının temel hedefi Azadi örgütüdür. Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya Örgeevren’in anlatımları da bu doğrultudadır. İlk defa Bitlis Harp Divanı ile ilgili kısa da olsa net  açıklamalar yapan Ahmet Süreyya Örgeevren’dir. Örgeevren’e göre Bitlis Harp Divanı davası; Kürt-Kürdistan davasıdır.

 Örgeevren, Bitlis Harp Divanı ile ilgili şunları söylemektedir: “Evet, şarkta, aylar ve yıllar boyunca devam edegelen hazırlıklar belki tamamlanmamıştır. Fakat 1340(1924) yılının yaz aylarında, Muş ve Bitlis( Hakkari olması gerekir T.S.) bölgesinde vukua gelen ve adına “Nasturi hareketi” denen bir ayaklanma üzerine, Bitlis’te teşkil eden “Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusu”nun yaptığı soruşturma ve yargılamalarla, bazı Kürt reis ve beyleri hakkında verdiği kararlar, vatan ve cumhuriyet aleyhine vukua getirilmesi kararlaştırılan Kürt istiklal davasını gizleyen maskeyi düşürmüş bulunuyordu.

 Fırsat bu fırsattı. Sonra bir mecburiyet de hasıl olmuştu. Çünkü: “Bitlis Divanı-ı Harbi Mahsusu” öteden beri “Şark vilayetlerinin mühim bir kısmında” için için işlenip beslenmekte olan Kürt milliyetçiliği hazırlıklarını ve tertibatını örten perdeyi yırtmış bulunuyordu. Daha geç kalmakta bir fayda yoktu, zarar olabilirdi.

 Nitekim, Birinci Büyük Millet Meclisinde Bitlis mebusu olarak bulunmuş olan Ali Rıza(Yusuf Ziya Bey olması gerekir T.S.), enişteleri olan, Cibranlı Aşireti Reisi Miralay(Albay) Halit Bey ve Şırnaklı Molla Abdurrahman ve daha birkaç kişi “Divan-ı Harbi Mahsus” kararıyla –Kürtlük ve Kürdistan davası suçundan- idama mahkum edilmişler ve asılmışlardır.”[3]

 Savcı Örgeevren, Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusun kurulmasının Kürt milliyetçiliğinin yok edilmesi olarak koyarken çarpıtmalardan geri durmuyor. Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı, yüzlerce insanı iki dudağı arasından çıkacak sözcükle idama gönderebilecek kadar yetkilidir. Böyle birinin Nasturi Ayaklanmasının Muş- Bitlis bölgelerinde çıkmadığını bilir. Kaldı ki Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusu, Nasturi Ayaklanmasından sonra oluşturulmadı. Eylül 1924 yılında Kürtlerin, Nasturi’lere karşı kullanılmasını engellemek amacıyla, Azadi tarafından örgütlendirilen Beytüşşebap Ayaklanması üzerine oluşturuldu. 3 Eylül’ü 4 Eylül’e bağlayan gece 7. Kolordu 2. Tümene bağlı 18. Piyade Alayında görevli Yüzbaşı İhsan Nuri liderliğinde Kürt subay ve erler ayaklanırlar.

 Savcı Örgeevren’in “fırsat bu fırsattı” değdiği olay budur. Resmi ideolojinin talimatları gereği ayaklanmanın adını anmaz. Beytüşşebap Ayaklanmasından hareketle Azadi’ye yönelik operasyonlar başlar. Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusu bunun için kurulur.

 İşin en dikkat çekici yanı ise Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusun belgeleri ve mahkeme tutanaklarının günümüze kadar açılmamasıdır. Buda bize Azadi liderlerinin ciddi bir siyasi savunma yaptıklarının kanaatini güçlendirmektedir. Zira Kemalistler Kürt liderlerinin kişisel zaaflarını hem hareket sürecinde hem de mahkeme safhalarında alabildiğince kullandılar. Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusun tutanaklarının sır gibi saklanmasının, bu davada kendi lehlerine kullanabilecekleri malzemenin olmadığıdır.

 Bitlis Harp Divanı, kuruluşu kadar işleyişi ile de yargı kurumu değildir. Azadi liderleriyle ilgili verilen idam kararını infaz etmekle görevlendirilmişlerdir. 13 Şubat 1925 günü ayaklanmanın bir provakasyonla patlak vermesi üzerine İçişleri bakanlığı ilgili kurumlara gönderdiği genelge de Bitlis Harp Divanı’na işlerin bir an önce bittirilmesi talimatı verilmiştir. İçişleri Bakanlığının, Genel Kurmay Başkanlığına gönderdiği genelgenin 11. maddesi şöyledir:

  “Bitlis Özel Harp Divanınca harp ve vatan hıyanetinden dolayı tutuklanan şahısların herhangi bir durumdan yaylanarak kurtulma teşebbüslerine mani olmak üzere Diyarbakır’a nakillerine lüzum olup olmadığı hakkında Kazım Paşanın düşünceleri ile beraber Özel Harp Divanının faaliyetlerinin sekteye uğratmaktan korunması suretiyle elde bulunan işlerin mümkün olan süratle sonuçlandırılmasını rica ederim.”[4]

  İçişleri Bakanlığı tarafından gönderilen genelgede, Bitlis Harp Divanı için “özel” unvanı kullanılmaktadır. Devletin kendisi bile mevcut yapının hukuk dışı özel bir örgütlenme olduğunun itiraf edilmiştir. Kemalistlerin devlet yapılanması zaten olağanüstü bir yapılanmadır. “Kutsal devlet” kendini idame ettirmek için durmadan olağanüstü rejimler ve olağanüstü kurumlar yaratmak zorundadır. Devlet, kendisini Kemalist ideoloji göre kurgulamış olduğundan  Kürt Halkı için eşitlik ve özgürlük isteyenler “vatana hıyanetle” suçlanacak, suçlama tutanakları sır gibi saklanacaktır.

  Azadi liderlerinin kendi aileleri dahil hiç kimseyle görüşmelerine izin verilmez. Sadece Halit Bey’in “emir eri” Hemidé Mamaşi’nin arada bir görüşüne gitmesine izin verilir. Halid Bey, Hamid’le yaptığı görüşmelerde; “Kimsenin paniğe kapılmamasını, kafalarını kendisinin kurtarılması üzerine yoğunlaştırılmamasını, hazırlıkların hızlandırılmasını ve uygun şartların beklenmesini” kardeşleri Selim ve Ahmet Beylere iletmesini söylemiştir. Bundan anladığımız Halit Bey’in tutuklanmadan önceki tutumunu sürdürdüğü, hazırlıksız ve kış koşularında başlayacak bir hareketin başarı şansının olmadığını, Kemalistlerin böyle bir fırsatın peşinde olduklarını, Kemalistlere böyle bir fırsatın verilmemesini gerektiği noktasındadır.

 Halid Bey’in tutumunun anlaşılması açısında bir başka örnekte Norşin Şeyhi ile Bitlis cezaevinde yaptığı görüşmedir. Bazı kaynaklara göre görüştüğü kişi Şeyh Alattin, bazı kaynaklara göre de Şeyh Ziyaeddin’dir.  Hangisinin olduğunu kesin olarak bilemiyoruz. Şeyh Ziyaeddin olma ihtimali büyüktür. Norşin Şeyhi, Halit Bey’le görüşmek için, Kazım Paşa(Dirik)’ya başvurduğunda, Paşa; iki şartla görüşmeye izin vereceğini söylemiştir. Birinci şartı bir subayın görüşmede hazır bulunması, ikinci şartı görüşmenin Türkçe yapılmasıdır. Bu şartlar Halit Bey’e iletildiğinde Türkçe konuşma şartını reddeder. Bunun üzerine görüşme Kürtçe yapılır. Görüşmenin içeriğine gelince; Norşin Şeyhi’nin  “Allah seni kurtarsın” dediğinde Halit Bey’in itiraz ettiğini, “Benim kurtulmamı istemeyin, dua edin ki Allah Kürtleri kurtarsın” dediği söylenmektedir.

        Azadi liderlerinden geriye, Garo Sasuni tarafından aktarılan son sözleri kalmıştır. Azadi liderlerinin son sözleri şunlar olmuştur.

        “Cıbranlı Miralay Halid Bey: Karşınızda yalnız değilim. Arkamda İran, Mezopotamya ve Türkiye’de muazzam bir Kürt ulusu bulunmaktadır. Bugün beni asıyorsunuz, fakat hiç şüphemiz yoktur ki yarın torunlarımız da sizleri yok edeceklerdir.

         Yusuf Ziya Bey: Bize mevki ve rütbe bahşetmek suretiyle bizi aldatabilirsiniz endişe içindeydim. Şükür Allah’a ki bizi mermi ve iple karşılıyorsunuz ve bundan dolayı biz hiç pişman değiliz. Verdiğiniz ders sayesinde torunlarımız öcümüzü alacaklardır.

         Koçzade Ali Rıza Bey: Elimdeki silahı ulusuma karşı kullanmayıp düşmanımız Türk’e karşı yönetmiş olduğumdan dolayı mutluyum. İşte şimdi hayatımı Kürtlük için kurban ediyorum.

         Şair Molla Abdurrahman(Siirt): Sefiller!…sizi ayağımızın altında çok alçak ve küçük görüyorum. Biliniz ki Kürt bir ağaç değildir, ölür fakat eğilmez!….”[5]

Tahsin Sever

Yazı Mizgin Dergisinin Nisan 2007 sayısından kısaltılarak alınmıştır.

[1] ­ M.Halit Fırat- 75 Senelik Derbeder Bir Hayat Hikayesi, Ankara, 1968, Kardeş Matbaası, S:22

[2] Kadri Cemil Paşa(Zinar Silapi), Doza Kurdistan, Öz-Ge Yayınları, ikinci baskı, 1991, Ankara, S:86

[3] Ahmet Süreya Örgeevren, Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi, Temel Yayınları, 2002, İstanbul, S:37-38

[4] Aktaran Şevket Beysanoğlu, Diyarbakır Tarihi, 3. Cilt, Diyarbakır Büyükşehir Yayınları, 2001-Ankara, S;896

[5] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve Ermeni- Kürt İlişkileri, Orfeus Yayınevi, Stockholm-1986, S:176