Saray Entrikaları ve Ziyaeddin Han’ın Hanbağı’nda Katli

Günümüz Türkçesiyle
Evliya Çelebi Seyahatnamesi.
Metin derlemesi, giriş ve editörlük:

Murad CİWAN

GİRİŞ:

1655’te Van Beylerbeyi Melek Ahmet Paşa büyük bir orduyla Bitlis’e saldırıp Emir Abdal Han‘a (Evdal Xan’a) karşı savaşı kazanınca, onu Mudıki Dağları’na kaçırtıp, Bitlis halkının da önerisiyle yerine Abdal Han’ın oğlu Ziyaeddin‘i geçirecek gerekli prosedürü başlattı, [1] ardından Van’a döndü. Evliya Çelebi de Paşa’yla döndü. Ziyaeddin fiilen Han oldu.

Bir süre sonra, Melek Ahmet Paşa’nın Van Beylerbeyliğinden azledildiği haberleri ulaşınca Abdal Han BitIis’e geri döndü. Abdal Han’ın dönüşünün sonuçları korkunç oldu. Ziyaeddin Han’ın öldürmesine ve Abdal Han’ın tekrar tahta çıkmasına dek varan olaylar meydana geldi.

Bildiğimiz kadarıyla araştırmacılar, Ziyaeddin Han’ın ölümünden öte, dönüşün ardından meydana gelen olaylara ayrıntılı değinmemiştir. Değinenlerce de yeni Han’ın öldürülmesi Melek Ahmet Paşa azledilmiş olarak İstanbul’a dönerken Malazgirt Kalesi’nde konaklama sırasında Abdal Han’ın gönderdiği bir mektupla haberdar olmuş gibi yansıtılır.

Oysa Evliya Çelebi, Abdal Han’ın dönüşünden oğul Han’ın katledilmesine kadar yaşanan bütün gelişmeler boyunca Bitlis’teydi ve tek tek tüm ayrıntıları canlı tanık olarak Seyahatname’nin beşinci cildinde anlattı. Ziyaeddin Han gece yarısı Hanbağı Sarayı’nda öldürülürken Evliya Çelebi aynı odadaydı. Her şeyi fal taşı açılmış gözlerle görüp büyük bir can korkusuyla yorganının altından sıvışarak ahıra gitti, pek çok kölesinden ancak ikisiyle atlarına binecek fırsatı bularak o gece Bitlis’ten kaçtı.

Beşinci ciltte anlatılanlardan anlıyoruz ki günümüzün o dönemi araştıran nerdeyse tüm tarihçileri yüksek olasılıkla yazılanlardan habersizler. Muhtemelen verdikleri bilgiler aslında Dankoff’a[2] dayanıyor. Dankoff ise okumuş olsa da sadece Ziyaeddin Han’ın öldürülme kaydıyla yetinmiş, ayrıntıları vermemiştir. Söz konusu cilde ilgisizlik, muhtemelen Abdal Han’la savaştan sonra Evliya Çelebi’nin Bitlis’e artık gitmediği, olayları anlatmaya yeniden dönmediği kanısıyladır. Oysa Evliya Çelebi Acemistan, Bağdat, ardından İstanbul seferlerini, gidiş dönüşleri ayrıntılı olarak yazdıktan sonra Evliya Çelebi Bitlis’e yeniden dönmüş, en son gidişini ve orada yaşananlara tanıklığını da yazmıştır. Bu anlatımlarda da diğerlerinde olduğu gibi önemli tanıklıklar, ayrıntılar var.

Evliya Çelebi, Abdal Han’ın dönüşünden sonra Bitlis’teki karmaşık şiddet ortamına varan olayları, Hanbağı Sarayı’ndaki entrika, suikast ve intikam eylemlerini birebir yaşayan bir tanık olarak zengin, coşkulu ve heyecanlı bir anlatımla adeta nefes kesen bir macera ve dedektif romanı çekiciliğiyle verir.

Henüz kimse tarafından dikkat çekilmediğini kuvvetle tahmin ettiğimiz önemli olaylara ilişkin bu sürükleyici anlatımları, aşağıda, onun günümüz Türkçesine çevrilmiş ve tarafımızdan da üslubu ve anlatımları bozulmayacak şekilde redakte edilmiş haliyle sunulmaktadır. Uzamasın diye, doğrudan ilgili olmayan Acemistan’a, İrak’a ve İstanbul’a yaptığı seferler birkaç cümleyle özetlendikten sonra Bitlis’te geçen olaylar baştan sona bizzat kendi anlatımlarıyla nakledilmektedir:

1655’te Abdal Han’ın yerine oğlu Ziyaeddin tahta çıkarıldıktan sonra (tahta çıkış prosedürü için birinci dipnota bakın) Melek Ahmet Paşa Van’a döndü, bir hafta sonra da Evliya Çelebi’yi Tebriz’e, oradan Bağdat’a, Basra’ya, Uman’a ve Hürmüz denizi kıyılarına dek varıp dönecek bir sefere gönderdi. Evliya Çelebi yola çıktı, söz konusu yerlere ulaştıktan sonra Bağdat, Tikrit, Musul. Duhok. Cizre, Fındık/Fınık, Gurdılan, Siirt, Şirvan ve Vestan üzeri Van’a döndü. Gidiş dönüş sekiz ay sürdü.[3]

Van’a varışından bir hafta sonra İstanbul’dan Sadrazam Siyavuş Paşa’nın ve İsmihan Kaya Sultan’ın[4] ulaklarıyla gelen mektuplar üzerine, Melek Ahmed Paşa bu sefer Evliya Çelebi’yi 1656’ının Ocak ya da Şubat’ında İstanbul’a gönderdi. On günde İstanbul’a vardı, Sadrazam Siyavuş Paşa, Kaya Sultan Hanım ve diğer yetkililerle görüşüp verilen vazifeleri yerine getirdikten sonra Van’a dönmek üzereyken İstanbul’da meydana gelen bazı ayaklanma ve yönetim kavgaları onun bir süre daha beklemesine yol açtı. Sonunda Sadrazam Siyavuş Paşa’nın acil emriyle 5 Nisan 1656’da Üsküdar’dan hareket edip 13 günde Van’a döndü.

Bir hafta dinlendikten sonra Melek Ahmet Paşa bu sefer onu Bitlis’e ve Zirikî Kalesi’ne göndermek için çağırdı. Hikâyenin bundan sonrasını Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinden veriyoruz:

“Bir hafta dinlendim. Bir gün derya gönüllü Paşa:

“Evliyâm! Ulaklık ile hizmetimizde bulunup bize müjde haberleri getirdin. Bitlis Hanı oğlumun[5] mukarrernamesini ve Zirikî Beyi’nin mukarrernamesini sana hizmet vermişim. Sabahleyin durma, zira vakit akşamlıdır ve Bitlis Hanı oğlumuzda bekaya 70 kese malın tahsiline orada olan mataracıbaşıyla bir ayak evvel gayretle tahsil edip tezce gelesin, zira getirdiğin emirde ve dostluk mektuplarında neler yazıldığını sen bilirsin” dedi.

Van’dan Bitlis şehrine ve Zirikî Kalesine gittiğimiz konakları bildirir

Evvelâ Paşa’dan mukarrer emirlerini, hanlara mektupları, hila’tleri ve hediyelerini alıp Paşa’nın hayır duasıyla Van’dan Mallı Kaya Çelebi ile çıkıp güney tarafa [gittik]. Restan Kalesi menzili: nice kere yukarıda anlatılmıştır.[6]

Buradan Van Deryası kenarında Çomar Bölükbaşı atıyla kendini üç minare boyu Kepan Kayası adlı yerden deryaya attığı yeri geçip, (—) köyü menzili[ni], oradan Kuskunkıran Dağı‘nı geçip, Tahtıvan Hanı menzili[ne geldik]: bu da yukarıda anlatılmıştır. Buradan Han’a mukarrer haberini gönderip ertesi Bitlis Hanı’nın kethüdası Kara Mehmed Ağa adındaki ünlü zat, 10.000 kadar Rojiki askeriyle mukarrer karşılamaya çıktı, büyük bir alay ile Bitlis şehri içinden geçip doğru Hanbağı‘na varıldı.

Burada büyük bir divan olup yüce vakarlı Paşa’nın mukarrernâmesi ve mektupları okunup Paşa’dan getirdiğimiz hilat-i fâhireleri Ziyaeddin Han’a giydirdik. Hayır duasıyla sandalyeye oturup Paşa’nın gönderdiği hediyeleri ona arz ettiğimizde dünya kadar hoşlanıp hediyelerin ipek cinsinden olanlarını annesine gönderdi. Sonra, Han’ın kaftan giydiği Bağ’dan Bitlis Kalesi’ne işaret ettiklerinde Allah’ın büyüklüğü evvelâ kaleden ve şehrin dam çatı kayalarından nice bin tüfeng atıldı, ardınca üç yaylım top kaleden atılıp Bitlis şehri semender kuşu gibi Nemrud ateşi içinde kaldı. Üç gün şehirde konakladık, dördüncü gün Han’dan izin alıp “Gideriz” deyince, hakire [kasıt, Evliya Çelebi’ye] iki kese, bir samur kürk, bir Gürcü köle ve iki at bağışladı. Giyecekleri ve kürkleri bir yere Allah emaneti verip Han’dan yoldaşlar alıp,[ Zirikî Beyi’ne gitmek için yola koyulduk].

Bitlis’den Zirikî Beyi’ne gittiğimizi bildirir

Evvelâ Bitlis’ten güney tarafa [yönelip] Seng-i Har Deresi’ni ve Delikli Kaya‘yı geçip taşlık, kayalık uçurum yerlerden geçip, Kefender/Kefendür Kalesi menziline [vardık]: Bitlis hanı hükmünde olduğu yukarıda Van’a giderken ayrıntılı olarak yazılmıştır.

Buradan kıble yönüne Bitlis Deresi’nin aktığı dereler içinde, sonra göklere doğru baş çekmiş yüksek dağları yüz bin zorluk ve sıkıntı ile geçerek (—) saatte, (—) köyü menzili[ne vardık]: (Zirikî Beyi’nin hükmünde tamamen üzüm bağlı sarp bir yerde mamur köydür). Bu mahalden Zirikî Beyi’ne mukarrer getirdiğimiz haberini gönderip ertesi 3.000 kadar seçkin asker ile kethüdası Beşâret Ağa adlı ağa gelip büyük alay olmaya (yoktu), ancak küçük bir tüfeng-atar Kürt topluluğuyla Zirikî Kalesi‘ne girdik.

Dayanıklı Ziriki Kalesi’nin özellikleri

Bey’in sarayına girdiğimiz gibi divan olup Paşa’nın mukarrernamesi okundu, hil’at-i fâhireyi hakir giydirip diğer hediyeler de kendine arz olunup mutlu oldu. Eski kuralları üzere kaleden on pâre şahî toplar atılıp sanki şenlik oldu. Hakire, Bey ihannümâ havalı bir yerde bir konak verip birkaç gün şehri gezip dolaştık.

Ziriki hakimi: Van Eyaleti’nde başka beyliktir. Beyinin hâssı (—) akçedir. 6 bin tüfeng-atar askere ve 20 adet aşiret beyine sahiptir. Gerçi diğer Van beyleri gibi muhteşem değildir, ama pâyda mertebesi yüksektir. Hükümeti altında timar ve zeamet vardır. Savaş sırasında timar erbabı 600 asker olur. Çeribaşıalaybeyisi ve 150 akçe kadısı vardır, ama müftü, nakib ve diğe hâkimleri yoktur, ama uleması çoktur.

…….

Buradan yine, Bitlis şehri kalesi menzili[ne döndük].

Han ile müşerref olduk. Yine bize bir mükellef oda döşeyip gece ve gündüz Han ile ve on iki adet kardeşleriyle hâs sohbetler ederdik. Yaratıcıya hamd olsun gecemiz Kadir ve gündüzümüz Kurban Bayramı günü idi. Paşa’nın ferman ettiğine göre mataracıbaşıyla çalışıp gayret gösterip 50 kese mal, şanı yüce Han’dan tahsil edip Paşa’ya göndermeye, 300 tüfengli ile kendi mallarımızı da Van’a gönderip Bitlis şehrinde yüksüz kaldık.

Yeni Han’ın zimmetinde ancak 20 kese kaldı ve mataracıbaşı yine onun da tahsiline gece gündüz çalışırdı. Bu hakir bütün hanzadeler, aşiret beyleri ve Bitlis’in ileri gelenleri ile güzel dostluklar kurup her birinden bağışlar ve hediyeler görüp az zamanda dört sepet sanduka giyecek, başka hediyeler, değerli eşyalar ve yedi adet küheylân atlar elde edip her geceyi ve gündüzü Harezmşâhî Nevrûzu günü ederdik.

Yaratıcıya hamd olsun [1066?] senesi Cemâziyelevvelinin birinde [26 Şubat Cumartesi?] Melek Ahmed Paşa efendimizin Van’dan azli haberi gelip Van Eyaleti, Pehleli Ahmed Paşa’ya verilmiş, ama şiddetli kıştan dolayı Paşa Van’da kalıp müsellem zabt ettiği haberiyle onun kalan malının tahsili için Yusuf Kethüda’mızdan bir adet mektup gelip, “Elbette malı tahsil etmeden gelmeyesiz” diye yazmış.

Anılan ayın ikinci günü [2 Cemaziyelevvel, 1066?/ 26 Şubat 1656?] gördük ki Melek Ahmed Paşa efendimizle 1065 Ramazanının 24. Pazartesi günü [aslında 28 Temmuz 1655 Çarşamba] ceng edip kaçan Abdâl Han, Bitlis şehrine girince şehir halkı karmakarışık olup, “Hay Melek Ahmed Paşa’nın azli muhakkak oldu ki Abdâl Han Mudiki Dağları’na kaçmışken yine Bitlis şehrine geldi, gör bu şehre neler işler” diye herkes korkularından, dönen Han’a hediyeler ile gelip buluşurlardı. Hemen bu hakir de bir tuhaf güzel hatlı kelâm-ı îzzet hediye ile Abdâl Han’a vardığımda ayağa kalkıp yanına aldı, çok çok ikramlarda bulundu:

“Pes Evliyâcığım sen bunda mısan?”

“Belî Han’ım, bu hanedanın 20 seneden beri çörek yiyeni ve çanak çekeniyim. Büyük atan Hazret-i Sultan Evhadehullah’ın[7] pâk ruhu için beni bu şehirde bir çerağ edip kulluğuna kabul eyle, men gayrı Melek Paşa’nın kapısına gitmenem” deyince yanımda bir küçük sandığın kapağını açıp, “İşte sene bir ekmek kapısı boyahane. Her gün dörder guruş olur, ben sana Muş’da zeamet de verirem ve sana câriyeler verip evlendirem ve barhlandıram[8] diye bir Şâhname, bir Kitâb-î Gülistan ve 100 îşpanyan (?) guruşu ile bir kat giysi verdi.

Onu gördüm ki Melek Ahmed Paşa’nın çerağ eylediği oğlu Ziyaeddin Han gelip babasının ayağına düşüp Melek Paşa’nın Asitâne’den hanlık için getirdiği padişah beratını, emirleri, hâlâ bizim paşa tarafından getirdiğim mukarrernâme ve hil’at-i fâhireyi; tümünü babasınn önüne koyup onun ayağına yüz sürüp:

“Vallahi peder efendim, padişahım! Melek Paşa cenginde devletimize dışarıdan bir fert ve merd müdahale etmesin için belde halkının hepsinin danışığıyla beni han talep ettiler. Bir yıldır ki senin vekaletini ederdim. İşte Melek Paşa da azledildi. Allah yine tâc u taht u bahtını sana mübarek eyleye” deyip yer öpünce ileri gören, sonunu düşünen Abdâl Han:

“İmdi oğul ben 80 yaşıma girip okum atıp, yayım asıp nice kere yayımı gökyüzüne asıp felekten nam ve kâmlar alıp nice kere bu dünyanın soğuğunu sıcağını çekmişem. Hâşâ sümme hâşâ ben bundan sonra hanlığı kabul edem. Hemen, siz on iki adet ciğer köşem ve göz nurlarımsız, hemen gönül birliği edip birlik olup basiret üzere olup Bitlis hükümetini bir hoşça zabt edip halka gülünç olman. Bana da bir ekmek verin. Annen ehlimle bir yalnızlık köşesinde sizlere hayır duada olam. Kaldır şu berâtlarını. Allah mübârek eylesin” dedi, ama ciğeri kanla dolarak konuşup yukarıdan aşağı böyle sözler ederdi. Nice bin sözlerden sonra yemek yenilip el yıkandıktan sonra Han:

“Evliyâm, şimden geri değil (bundan sonrası değil), evvel(geçmiş) dahi bizimdir. Buna bir oda döşen ki bana yakın olup cân sohbeti edeh” dedi.

Yine hakir, Han’ın elini öpüp odama gelip birazca naz uykusuna vardım. O an rüyamda babam merhumu görüp: “Oğul, Ahlat Kalesi üzere bu şehirden çıkmak, sana kolaydır, gam yeme. Hemen Hazret-i Kur’an’a devam eyle” deyince uykudan uyanıp o an pâk abdest alıp babamın ruhu için bir hatm-i şerife başlayıp üçüncü günde tamam ettim.

Gösterişsiz hakir Evliyâ’nın Bitlis şehrinde başından geçenler

Bir gün, bu kusuru çok hakir, Hanbağı‘nda (Hanbağı ile ilgili daha geniş açıklama aşağıdaki dipnotta[9]) odamdan çıkıp Han’ın divanhanesinde hazine odasında sabahleyin bir yalnızlık köşesinde âlemden habersiz zikrimi ve virdimi okuyup sakin dururken onu gördüm ki haremden koca Han [tarafından] gel[en] bir gümüş sini içinde 10 adet fağfûrî tabaklar içre armut, kebbât, kâbulî, zeytin ve karişe (ekşimik), süzme bal, türlü türlü hamur işleri, hâs ve beyaz pamuk gülü gibi çörekler, bir kâse amberli çorba ve bir kâse avşula şerbeti, yalnız bir köşede yerken, harem kapısından Hadım Anber Ağa adlı çirkin bir çehre, ama Mesih gibi dem vurup bir bohça esvap ile gelip:

“Hanım Sultan efendim size selâm eyleyip bu bohça esvaplarımızı giyip Paşa’sına durmayıp gitsin ve Kaya Sultan yanında bizi hayır duadan unutmasın, elbette durmayıp gitsin” diye bu Lokman sıfatlı hadımdan haberin doğrusunu alıp aklım başımdan gidip türlü türlü bozuk fikirlere vardım, Arap hemen:

“Boğça ve esvapları pek saklayıp kimseye dimen” deyip sanki kaçtı.

Aya, böyle haber gelmekten maksat ne ola? diye perişan şekilde kahvaltı yaparken yine harem kapısı açılıp içerden Abdâl Han’ın en ulu oğlu Bedir Bey ve dahi küçüğü Nûruddehr Bey gecelik donlarıyla başlarında birer arakıye (İraqiye?) takkeleriyle görünüp yanıma gelip, “Hayırlı sabahlar Evliyâ Çelebi, nedir hâl-i şerifin? Yine Han babanın gümüş sinisiyle yemek yersin, Han baba sana iltifat edip kahvaltı göndermiş. Eğer ortak alırsan bilece yeyelim” deyip yanıma oturdular. Hakir, beyt:

Hep sizindir can ü dil, tek bir kadem rencîde kıl

Yoluna nem var ise şükrânedir bilmez misin

deyip bu beyti okudum ve latife olması için, “Bu yemek benimdir, ama Han babanızın malı gibi yeyin. Helâl-i hoşunuz olsun, Seyf Kulu Ağa hoşikiniz olsun” dedim.

Hemen yemeği yerken Nûruddehr: “Elhamdülillah, Han babanın Melek Ahmed Paşa cenginde ganimet olmamış bir gümüş sini ve bu fağfurî tabakları kalmış” deyip tebessüm etti. Bildim ki hakiri imtihana çeker. Asla cevap vermeyip miskli yemekten ekele ye’kilü babından yemeği sigaya çekerdim. Hemen yine Bedir Bey:

“Evliyâ Çelebi, işte Paşa’nız da azledildi. Ne idi ki muradı bu şehir içinde öyle kılıç vurup vilâyetimizi ve şehrimizi poh edip nice bin insanı kılıçtan geçirip mübarek Ramazan günlerinde öyle rezillikler ve kabahatler işleyip şehrimizden 10 Mısır hâzinesi mal yağmalandı. Ey Evliya, bu işler bu ganimet malları Melek Paşa’nın, tabi’lerinin ve adamlarının ve Van kulu eşkıyalarının yanlarına kalır mı ki?” dediler. Hemen hakir:

“Vallahi beylerim, bu dünyada derviş türlü türlüdür. Ben dahi sıradan insanlar arasında bu türden atlı, donlu, yüklü ve hizmetkârlı dervişim. Ben dünya işleri kaydında değilim. Ceng oldu, vilâyet harap oldu ve yağmalanıp yıkıldı, ben onları bilmem. Ancak bu hakir bir duacınızım ve hanedanınıza gelmiş 20 yıldan beri sizi seven garibiniz idim. Yaradan’a hamd olsun bugünkü gün şanı yüce Han hazretleri babanız boyahane hüccetleri verip çerağ etti. Dahi başka yüce şanınıza ne lâyık ise onu eylen. Hâlâ bu yüce kapının konuğuyum. Size muhabbetimden gelip sohbet eder eğlendiririm” diye bolca alçak gönüllülük sözleri edip kahvaltı yerim ancak zehir zıkkım yiyip ensemden geçer.

Hemen Bedir Bey, ömürlü olsun: “Doğru, gerçekten de Evliyâ Çelebi bir yurdundan uzakta âlem seyyahıdır. Her kimin arabasma binerse onun türküsünü okur ve her kimin ihsanını görürse onun övgüsünde olur. Her nerde başı hoş orada yemeği yiyip ser-hoş geçinir” dedi. Ve bu konuşma sırasında da kahvaltı tabakları muhabbet meydanında iken divanhane kapısından içeri seher vakti Melek Ahmed Paşa’nın Ziyaeddin Han’a kethüda ettiği Halhali Haydar Kethüda, kulağında küpesini sallayarak 110 yaşında iş görmüş, dermanı kesilmiş yaşlı bir zat idi, kapıdan derhâl içeri girip, “Es-selâmu aleyk, beylerim ve hayırlı sabahlar Evliyâm” deyip aşk etti, beyler asla selâmını almadı. Hakir, “Hayırlı sabahlar ey Haydar-ı Kerrâr, gönlü yaralı, ileriyi gören âşık” dedim. Haydar Kethüda:

“İleriyi görenim, amma, niçin beylerim ben ihtiyarın selâmını sabahını almadılar?” deyip arz odasında gezinirdi.

Hikâyenin sonu

Hemen Haydar Kethüda fakir arz odasında gezinirken beylerin yanında olan biheri/pixêrî, yani ocak yanına gelip bir kere “âh tû” deyip ocağa bir lakoz istiridye kadar balgam tükürüp savurdu ve balgamın kabarcıkları, beylerin ve hakirin üzerine kabarcıklar yağdırdı. Ve bazı anlamlı, imalı cevaplar ile beylere yukarıdan aşağı muameleler edip, yani aşağılayıcı tavırlargösterip “Beyler bizim selâmımızı almadı” diye homurdanıp bir kere daha ocağa “âh tû” deyip tükürüp ocak taşını ve Bedir Bey‘in başını balgam ile berbat edince hemen bu kere Bedir Bey ve Nûruddehr Bey ayağa kalkıp, “Bre vurun, şu melun kocayı” deyince hemen benim yanımdaki dolap kapağı açılıp Güzeldereli Musli Ağa dalkılıç başının üstünden atlayıp Haydar Kethüda’ya bir kılıç aşk edince hemen fakir Haydar kemerinden hançerini çıkardı, o yara ile Musli Ağa ile yaka yakaya gelip Mahmud-ı Peryâr-ı Velî köçekleri gibi güreş ederken hemen yüklük içinden Abdurrahman Bölükbaşı ve Kanahdereli Deli Mahmud kılıç yetiştirdi. Koca Haydar Han, can havliyle üçüne de hançer yetiştirip kendini de çalıp döğerler. Fakir Koca divanhanede bağırıp çağırıp “Havâr-imdat” diye feryat eder. Sonunda o fakir elinde dal hançer beyler üzre gelirken iç oğlanları hançer ve kılıç üşürüp parça parça ederlerken

Nûruddehr:

“Evliyam, senin Paşa’nın çerağıdır, sen de Han’ı seversin, bir hançer ursana” dedi. Yerimden zıplayıp başından mendilini, kulağından küpesini, belinden Haydarî pâlhengini, hançeri, kınını ve bıçağını aldım, ama samur kürkü parça parça olmuştu.

Meğer fakirin de canı var imiş, hemen hakirin ayağına sarılıp “Âh!” deyip ayağa kalkıp yine düştü.

Oda içinde fakiri, iç oğlanları dilim dilim ederken kapıdan taşrada Haydar Kethüda’nın pabucunu ve çizmesini tutan hizmetçileri dalkılıç kapıdan içeri hovlayıp iç oğlanlarıyla birbirlerine öyle satır vurdular ki Haydar Kethüda‘nın yanı sıra nice canlar telef olup haliçeler üstü göl göl kan oldu.

Allah bilir ki içeri giren Kürt yiğitleri öyle kılıç vurdular ki Kassâb Cömerd öyle satır vurmamıştır, ama ne fayda beş altı kişi, 70-80 savaşçı iç oğlanlarına neylesin? Beyler ve hakir bir bucakta kalıp üzerimiz tamamen kızıl kan oldu. Sonunda bu hakir az çoğa tabidir diye beylere uyarak “Af, yuf, puf” ederek leşlerin ayağından yapışıp çekmeye yardım ederken Haydar Ağa‘nın koynundan saati düşünce aldım ve kapı arasında yüzüklerini de aldım. Leşlerini sürüyerek merdiven trabzanından aşağı saray meydanına dördünü de attık.

Ama bu hakirin aklı başından gitmişti, zira kahvaltı ederken Nûruddehr Bey’in, “Ayâ bu işler Melek Ahmed Paşa’ya ve tabilerine kalır mı?” demişti.

Ve haremden Hanım Sultan bir bohça esvap gönderdiğinde “Durmasın Paşa’sına gitsin” demişti.

Bu iş de ortaya çıkınca kelime-i şehâdeti dilimden eksik etmeyip şaşkın ve suskun kaldım. Artık içime ateş düşüp bir gece rahat uyku görmedim.

Ve her kaçma hazırlıklarım görürdüm, ama bir kimseye düşüncemi açmazdım. Hemen her gün o şiddetli kışta atlara kölelerimle binip karları söküp atları gezdirip izler açardım, ama yine harem ve beylerin sohbetlerinde, “Haydar Ağa’yı şöyle çaldık, şöyle vurduk, şöyle vurdu” diye nice zaman dillerinde destan olup, “Melek Ahmed Paşa’yı bu şehre 80.000 askerle getiren o Haydar değil miydi? Buldu cezasını” derlerdi.

Ertesi anı gördük. Haydar Ağa’nın bütün aşireti askeri 10.000 seçkin tüfengli erlerdir. Bitlis şehri içinde ve Hanbağı’nın eteklerinde olduğu dağlara toplanıp, “Kana kan isteriz” diye bağırıp, “Şer’ ile davamız var” dediler.

Hele bütün bilginler araya girip: “Bu Haydar Kethüda Melek Ahmed Paşa’yı bu şehre getirmeğe sebep olup kethüda olmuştu. Hak ettiği cezasını buldu” diye bütün aşiretini Han ile barıştırdılar. Zavallı Haydar Kethüda, üç adet Haydar hizmetçisi ve beş adet Han askerinin kanları boşa gitti. Haydar Ağa aşiretleri:

“Hele bizim aşiret beyimiz Haydar-ı Kerrâr yalnız ölmedi” deyip onunla teselli bulup vatanlarına gittiler. Ve o güne dek, Abdâl Han, hareminden asla dışarı çıkmamış idi. Haydar Kethüda‘nın aşireti davaları bertaraf olunca o gün divanhaneye çıkıp, “Âlem ağyârdan habersizdir” deyip bir köşede dinleyicilerden olup bazı yönetim şekilli işlere dair kelimecikler ederdi. Nice ârifler yine Han’ın beyninde fesat kokusu vardır derlerdi. Sonra Han:

“Evliyâm, bu Haydar Kethüda hâli ne hâldir?” deyince hakir:

“Karınca kanatlandıkça zevâlin bulur, sözünce bütün divan erbâbı gözünde hâye kılı değil idi. Herkese yukarıdan aşağı muamele ederdi. Hatta öldürüldüğü mutlu günde beylerimin ve hakirin yanma gelip ocağa bir lakoz balgam nice tükürdü ise beylerimin esvaplarını pisleyip hakirin çehresine kusayazıp yüzüm gözüm balgam oldu” diye türlü türlü kötülenmesi ve aşağılanması tarafında bazı latifeli sözler edince Han gülmekten katılıp çok mutlu oldu. Hemen hakir o sevinç sırasında hanın elini öpüp:

“Benim efendim, velî-nimetim şanı yüce Han’ım, ben 41 yıldır ki âlem seyyâhı ve insan nedimiyim. yedi iklimi gezip dolaşmaktan usandım. Beyt:

Bildin mi bu âlemde câna neye aşk olsun,

Her canibi seyrettim bu Bitlis’e aşk olsun.

Suyu ve havası hoş, özellikle Han’ım bu diyarm ruhudur. Gerçi beni boyahane ile topraktan kaldırdın, ama bana bir haneve bir câriye ihsan eyle” diye ihtiyaç arz edip dizini öpünce veziri yerine olan Çâker Ağa’ya hitap edip:

“Ey Çâker, var haremden menim ile bile olan murassâ pîştahtamı getirgilen” dedikte, derhâl Çâker Ağa sandukayı Han huzuruna getirdi. Han:

“Evliyâm, işte paşan bu hanedanımızı 80.000 asker ile berbat edip 10 Mısır hazineliği malımız yağmalanıp bu kadar adımız kötülenip mal u menâlden ancak bu sandukacığı ehlimiz Zâl Paşa kızı Hanıma Sultan kucağında götürüp kurtardı. Ve sizin paşa da üzerime gelmeden 7 katar katır yükü malı Mudiki Dağlarına kaçırmıştım. Hâlâ onlar dahi Mudiki diyarındadır, ama hele bu pîş-tahtaya bir kere insaf ile bak” diye sandukanın kapağını açınca bir kere gözlemlemeye aldım.

Yaradan’ın büyüklüğü, içinde elmas, lal, yakut, zümrüt, dürr-i yetîm inci, zeberced, seylân, piruze, aynül-hirr, aynü’ssemek ve aynül-kıtt (—) (—) (—) (—) (—) (—) (—) gibi değerli cevahir ile dolu ki orta gözü ağzına kadar şeb-çırâğ büyüklüğünde yirmişer ve otuzar, belki kırkar kırat elmas ile dolmuş bir sanduka idi. Sandukanın dışı Fireng mînâsı ile altınlı Mâm nakşı ile nakışlı sâfî murassâ bir sandukadır ki cihan sultanları ona adaletle paha biçemezler, meğer zorla alalar.

Bu hakir biraz marifetten hissedar olur şekilli olduğumdan bu murassâ sandukayı görüp gözlerim kamaşıp hayretler içinde elimi dudağıma götürdüğümü Han görüp, “Nice Evliyâm?” dedi.

Hakir:

“Vallah Han’ım, 41 yıldır 11 padişahlık diyar gezip 9 padişah ile diz dize olup hâs nedimleri oldum, dahi böyle sanatlı ve murassâ sanduka görmedim” deyince cihan kadar hazz etti.

“Ey, imdi Evliyâm, çünki sen bizi sevip Melek’den ayrılıp burada kaldın. Şimden geri sen benim oğlumsan ve seni oğullarıma hoca tayin etmişem. Bundan sonra kalbini geniş tut. Kürt memleketlerinin karışıklığına ve isyanına bakma. Sen benimle ol, istediğin bağ ve bahçede zevk u safâ ile ceddim Hazret-i Al-i Abbas rûhiyçün ve Sultan Evhadehullah canıyçün vallahi ve billahi ve tallahi Melek Paşa’ya rağmen seni mal u menâle gark ederem ve bir kızımı sana nikâh ile verirem. Ve birkaç câriye ve bir îrem bağı verirem. Hele şimdiki hâlde bu hanenin hüccet-i temessüklerini al kabul eyle. Avih Deresi‘nde Acem hıyâbânı şekilli çeşitli sofa, türlü türlü oda, havuz ve şadırvan hamamlı bir îrem bağıdır” diye anılan sandukadan hüccet-i temessükleriçıkarıp bu hakire ihsan edince ayaklarına yüz sürüp dışarıçıktım. Bütün divan erbabına bu bağışları gösterip müjde ederekmemnun ve sevinçli olur şeklini gösterdim, ama Haydar Ağa‘yıyanımda parça parça edeliden beri yüreğimden kan gidip hergün at binip, kılıç kuşanıp firar etmek gözümde uçar. Beyt:

Derdin nice düşvâr idiğin her kişi bilmez

Bir ben bilirim çekticeğim bir de bir Allah

sözü uyarınca içtiğim zehir, yediğim ağulu aş idi.

Bu hâl üzere hakir iki ay daha Bitlis şehrinde durup şiddetli kıştan bir tarafa gidemedim. Cihanı kar tutmuş. Bir gün Melek Ahmed Paşa‘dan Ziyaeddin Han’a ve hakire mektuplar gelip,

“Elbette mataracıbaşı ile bekaya kalan 20 keseyi tahsil edesiz” diye haber gelince, Koca Abdâl Han:

“Bu şehirden 10 Mısır hâzinesi [İla] mal alıp dahi bekaya yirmi kese kaldı, der. İnşaallah bu kışta kıyamette Van’dan azledilmiştir, Erzurum üzere bu kışta gidemez. Yumuşak iklimli diyardır, diye elbette Diyarbekir üzere giderken bu Bitlis Deresi‘nden geçer. İnşaallah Koca Melek’i bu dere içinde tâ Eşek Deresi’ne kadar topa tutulmuş maymuna döndürüp eşek gibi bar bar bağırtıp ve bütün adamlarını zâr zâr anırtıp çırılçıplak bırakıp ağlatarak Boynueğri Mehmed Paşa’ya ettiğim gibi Melek’in başına sidik ve dışkıları döküp pislikle yüzleri ve gözleri bulanıp pislene ve birkaç bildiğim seçkin iç oğlanlarıyla bütün tuğ, davul ve sancağını alam” diye yemin-billah ve kasemtallah edince toplantıda hazır olanların hepsi taraf taraf, “Makul dersiz Han’ım” dediler. Han hakire hitap edip:

“Ne dersin Evliyâm” deyince, hakir:

“Han’ım, yine siz derya gönüllü bir yüce padişahsız, yine siz afv ile muamele edersiz. Onların ettiğine bakmayıp eğer mazulen paşa burada gelirse önceden geldiği gibi padişah damadı şanı yüce bir vezirdir. ‘Ben dahi şânıma düşeni edeyim ki dostlar arasında destan’ olsun diye ettiği kemliğe karşılık iyilik edersin ki bütün halk sana Bitlis halkı ve bütün Osmanlı diyarı halkı, binlerce yaşa ey şam yüce han’ diye öveler. Melek’e yüzlerce lanet, Hâmân, Firavun, Kârün ve Yezid’in lanetini edip Melek’e beddua sana hayır dua ederler. Ham, beyt:

Demişler eyliği eyle suya sal

Bilir Halik n’ola bilmezse balık

demişler hanım” dediğimde han:

“Aferim Evliyâ! Gerekten de ekmek ve tuz hakkını bilir meydan erisin. O Allah hakkı içimin ateşinden şöyle böyle edem dedim, ama eğer Melek bu dereceye gelende men onu ihsân u inam ile utandırıp tâ Diyarbekir’e varana dek zahiresin verip evlâdlarımı ve han ettiği oğlum Ziyaeddin’i bileşince koşup, ‘Tâ Diyarbekir’e varana dek hizmetinde olalar’ diye ferman eylesem gerek idi” diye nice bin laflar etti.

Ama günden güne, Bitlis şehri içinde nice günahsız mazlumları, kuru iftira atarak, “Siz Melek Ahmed Paşa’yı bu diyara getirmeye sebep oldunuz” ve “Haydar Kethüda çerağısınız” diye nice insanları Bitlis Kalesi burcundan aşağı atıp parça parça ederlerdi ve nicesine kılıç üşürüp dilim dilim ederlerdi.

Ve kimini Bağ kayalarından ve Dehdivan ve Avih kayalarından eli kafasına bağlı atıp garip insanlar ebâbil kuşu gibi uçup yere indiklerinde bin parça olup pelte olurlardı.

Ancak bir adama Allah yardım eder, kaleden aşağı attıkları gibi herifin gömleği yelken gibi açılıp gömleği bir kayaya ilişir, mazlum herif orada asılı kalır. Hakirin ricâsıyla herife kementler taktılar ve yine kaleye çekip serbest bıraktılar. Hatta, ibretlik hikâye: daha önce Melek Ahmed Paşa ile bu Bitlis şehrine girerken simyacı Molla Mehmed adındaki şahıs, simya ilminde usta Ebû Ali Sînâ idi ki bir hamam kütüğüne binip at şekilli bir cılız atıyla yaptıkları yukarıda anlatılmıştır.

Bir gün bu hakir o Molla Mehmed ile bu Bitlis şehrinin Avih Deresi adlı yerinde şehir mahbublarının kar, buz ve yah-pare üzerinde tâhûk[taxuk], yani kızak kaydıklarını seyr ederdik. Bütün Rojiki mahbubları ve ciğer-köşesi çocukları sarmaş dolaş olup oyunlar ve şenlikler ederek kızak kayıp aşağı dereye, oradan yine yukarı çıkıp kızaklar ile marifet gösterip oyunbazlık ederlerdi. Ve nice bin mahbub âşık dostlar da bizim gibi dilberleriyle oynaşıp şakalaştıklarını seyrederlerdi. Bu kere yanımda olan yoldaşım simyacı Molla Mehmed:

“Evliyâ Çelebi, şu kızak kayan çocukların hangisini istersin ki yokuş aşağı kızak kayıp dereye indikte yokuş yukarı kızağıyla kayarak yanıma gelip yüzünü göresin” dedi.

Hakir, “Ben şu iki ala mendilli kızakları ellerinde oğlanları isterim ki onları görem” dedim. Molla Mehmed: “Men şu iki oğlanı severem ki başlarında ala mendilleri ve arkalarında Küfre şâpikleri giyip altlarında kızakları var. Şimdi o dört mahbub oğlanları dahi kızaklarıyla aksine yokuş yukarı bize doğru kayıp geleler” deyip bir kere Molla Mehmed yanımdan geriye dönüp eteklerini başma örtüp birer şey okuyunca onu gördük, oğlancıklar yokuş aşağı yıldırım gibi kızak kayıp şimşek gibi aşağı dereye indiler.

Hemen hakirin dediği ve Molla Mehmed’in dediği ay parçası oğlanların dördü de kızaklarıyla yokuş yukarı şadırvan çıktığı gibi aksine bize doğru dört adet oğlanlar yıldırım gibi kızaklarıyla çıkıp önümüze geldiler. Meğer oğlanlar Molla Mehmed’i bilirlermiş. El öptükten sonra yine her biri kızaklarıyla âdet üzere yokuş aşağı Hanbağı altında su değirmenlerine doğru kayıp indiler. Oradan yine yokuş yukarı kendi karargâhlarına kayıp vardılar.

Bütün âşıklar bu işe hayran kalıp hakir hayretler içinde kaldım. Ve bir dahi yine bütün oğlanlar turna katarı birbiri ardı sıra katarlanıp kızak kayarak beri yola gelmişlerken göz açıp kapayıncaya kadar hepsi geri geri yokuş yukarı aksine kayıp yıldırım gibi geri gittiler ve bütün halk bu işe hayrette kaldılar.

Sözün kısası o gün bu Molla Mehmed hakire ve Bitlis halkına nice bunun gibi marifetler gösterdi, ama Yaratacı’nın hikmeti bu kadar büyük marifetlere sahip iken “Kaza gelince göz kör olur” sözü uyarınca beyt:

Edemez def sakınmakla kazayı kimse

Bin sakınsan yine ön son olacak olsa gerek

ifadesince Allah’ın kazası durdurulamaz ve onun hükmünün önüne geçilemez” sözü üzerine takdire ilaç yoktur.

Bu ibret verici olayları seyrederken geriye Hanbağı’nın pencerelerine bakınca pencereden bir beyaz kol, belli olup hakire gel işareti eder. Hakir görmezlikten gelip yine oğlanların kızak kaydıkları seyranlarıyla ilgilenmekte idim, ama yine gözlerim Hanbağı pencerelerinde idi.

Birkaç kere acele ile o anılan kol işaret eder. “Ayâ bu ne işarettir” diye efkâra düşüp dururken onu gördüm ki, Altıkulaç adındaki uzun sarıca, külâhı başında bir kulaç idi. Kendi de çok uzun boylu biri olduğundan Altıkulaç derlerdi. Daima hanın önü sıra gidip kolunda bir iri ve sanatlı balta taşırdı. Bu Altıkulaç kaza ve kader bulutu gibi yanımıza gelip:

“Evliyâ Çelebi, şanlı Han, bağından birkaç kere kendi mübarek koluyla size işaret etti. Bilemediniz ve bağa gelemediniz. Kalk imdi yalnız seni isterler” deyince hakir kar üstünden ”Yâ Allah” deyip kalkarken Molla Mehmed de bile kalkmak isteyince Altıkulaç, Molla Mehmed’in kellesine bir balta ile vurdu ki henüz hakir dürüst kalkmamış idim. Molla Mehmed’in bütün beyni omzuma ve çehreme sıçrayıp yüzüm gözüm berbat olup can havliyle bir sıçradım ki Amr-ı Ayyâr öyle sıçrayamaz.

Altıkulaç, Molla Mehmed’in esvapların alıp leşini kayalardan aşağı, kar üzerine attı. Hakir de, “Allah’a emanet, bir gün beni de bir hâl ile bu derelerde böyle yok ederler” diye yokuş yukarıya çıkarken onu gördüm. Han kendi atını gönderip “Binsin de gelsin” demiş.

Hemen Yaradan’a hamd edip üzengisiz binip han huzuruna türlü türlü şakalar ederek ve Molla Mehmed’in cenaze namazma, “Sihirbaz er kişi niyetine” diye Türk lehçesiyle maskaralık ve gülünç saçma sözler ederek Molla Mehmed’in beyni ile yüzüm gözüm ve esvaplarım pislenmiş olarak hana selâm verip, “Gazanız kutlu ola” dedim. Han:

“Evliyâm, çehrene n’oldu?”

Hakir, “Sihirbaz evliyânın duacısı Evliyâ yüzüne beyni bulaştı” dedim.

Han:

“Bre Evliyâm, ben sana pencereden kaç kere kol salmışam, sen gelmemişsen.”

“Ey Han’ım, men üryan kolin el saldığın ne bilem, bir vücut görünmez, bir eldir salınır, men dahi ona hayran idim ve sovuktan men buymuş idim. Molla Mehmed merhum, ‘Hele dahi otur, sana bir marifet dahi gösterem Rum‘a vardıkta meni mahtayasın (meth edesen, övesin), ferman ile meni Rum‘a kıgıralar, tâ ki mende ne marifetler var göreler’ diye meni o sovukta alıkoyardı” dedim.

“Meğer Han’ım o marifetli fakirin suçu ne idi ki öyle katlettiniz” dedim. Han, “Evliyâm, o kötü huylu dinsiz kâfir, benim bu kadar zamandan beri çöreğim yiyip elimden cam cam avşula şerbetlerim çekerken ekmek tuz ve lavaşa ekmek hakkın gözetmeyip Haydar Kethüda ile beraber olup, sen Melek Ahmed Paşa ile ey Haydar Ağa bir ol, Van askeriyle bu şehre gelsin, men han askeri içre bir vefk bırağam, hanın askeri târumâr olsun ve Melek Paşa askeri içre bir tılsım bırağam, mansur u muzaffer olup Han’ı katletsinler, oğlunun biri han olsun. Sen ki Haydar-ı Kerrâr’sın, ebedî kethüda olup men Bitlis Kadısı olam’ deyip hakikatte ben Melek ile ceng ederken öyle edip benim askerim o onda karınca gibi tarumar olup ben dahi Mudiki Dağları’na firar ettim. Allah’a hamd olsun sıhhatletahtıma gelip melunu Altıkulaç’ım teberiyle (baltasıyla) katlettirdim” deyince, Hemen hakir, “Ey hanım, Ebul-Müslim-i Horasanı Teberdâr’ın ruhu şâd olsun ki öyle Yezidî’yi Altıkulaç baltasıyla başın çevirdi, lâyığını buldu. Ey hanım o melunun suçu öyle ise bana izin ver varıp leşi üstüne sepe sepe işeyem. Ve Kürt derinti kavmiyle (?) üzerine recm taşı atıp lanet taşıyla defn edem” dedim.

Hemen Han ferman edip şehrin bütün büyüğünün küçüğünün hizmetçileri ve Hıristiyan çocukları birer ikişer taş parçalarıyla gelip o ölü sihirbazın pis leşi üzerine binlerce adet recm taşı atıp leşi üzere lanet taşından bir tepe olup orada gömülü kaldı.

Ama merhum gayet marifetli idi. Yedi iklimde o ana dek öyle bir simya ilmine sahip kimse görmemiş idim. Gerçi 1058 [1648] tarihinde Sultan IV. Mehmed Han cülusu zamanında Kara Murtaza Paşa, cennet yurdu Şam valisi iken Dürzîler üzerine sefere gittiğimizde Akka Kalesi‘nde görmüştüm. Bir ip cambazı üstad simya ilminde sanki Mirzad idi, ama bu Molla Mehmed hem müfessir, muhaddis, musannif, simya ilminde müellif ve benzersiz bir kimse idi ki yukarıda bütün sanatları han sarayında Melek Ahmed Paşa’ya marifet gösterdikleri tamamen yazılmıştır. Allah rahmet eylesin. Ama bu hakir ve Paşa’nın mataracı fakiri, bu içler acısı hâlleri görüp ciğerimiz kan olur, ama ne çâre. Beyt:

Demâdem eylediğim âh u zâr elimde değil

Esîr-i derd-i gamım ihtiyâr elimde değil

anlamı üzere innâ lillah deyip dururduk.

Günden güne şiddetli kış katılaşıp yollar kapanmada ve Paşa da Van’da azledilmiş olarak kapıdan dışarı çıkamamakta. Ama bu hakir, Han yanında ve tabileri adamları yanında asla Paşa tarafını dile getirmem, ama her gün atlar binip kar ve boranlar söküp Rahova yollarını, Kefender Kalesi yollarının karını söküp Han’ın ve başkalarının çiftliklerine uğrayıp bazı yemekler yiyip yine şehre gelirdim. Han sorsa, “Han’ım, sizin çiftliğe ve Arap Halil Ağa‘nın çiftliğine varıp avşulalı kükü pilav yedim” diye her nereye varsam doğrusunu nakl edip asla yalan söylemezdim.

Onlar da çiftlik adamlarından sorduklarında sözlerimin doğruluğu ortaya çıkardı. Bu hâl üzere bir ay daha canhıraş ömür sürdüğümü içimde gizlerdim, ama yine gece gündüz ibadetle meşgul olup Kur’an okuyup Hadis-i Nebevi ve Tefâsîr-i Deylemî okuyup gücümüzün yettiği kadarıyla ve ihtisasımıza göre Kürt âlimleriyle şer’î meseleler tartışmaktan da geri durmaz idik. Tutucu olup zevksiz demesinler diye Han huzurunda, evlâtları Bedir ve Nuruddehr Bey yanlarında ve diğer aşiret beyleri arasında eğlendirici sohbetler ve şenlikler edip musikî ilminden kâr, nakş, savt, zikr, zecel, amel, tasrüfât ve hazengîr şekilli kaviller okuyup türlü türlü şakalar ederdim.

Hakiri bildiler ki kendilerine nöker (hizmetkar) olmuşum. Artık yeni Han, yani Melek Ahmed Paşa çerağı Ziyaeddin Han, hakiri kendi odasında yatırtıp bir an hakirsiz olmazdı. Ama yine onlardan Allah’a sığınmışüm, zira içimde bir şüphe olup gece gündüz uyanık ve hazır olup aşağı ahırda birer arşın kalınlıkta fışkı üzerinde atlar eğerleriyle yatıp hizmetçilerim de bütün kıyafetleriyle uyurlardı ve kölelerimin silâhlan yanlarında hazırlar idi. “Ha” desem atlar eyerli ayak bağlarını alıp binmeye muhtaç idi.

Çok acı ibretlik olay ve büyük belâ, fitne ve şeytanlığın kol gezdiği Bitlis şehrinde gece gündüz Kadir Gecesi ve Nevruz gündüzü eder şekilli idik, ama aşımız ciğer kanı idi. Sırdaşımız ve yoldaşımız ricâlü’l-gayb idi.

Sonunda bir gece genç han Ziyaeddin Han“Bu gece sizinle âlem ağyardan habersiz olduğunda hamamlara girip kınalar ve noralar vurunup ve fütûnî keseler sürünüp can sohbetleri edeh” deyince taraf taraf, “Yallah yahşi ve makul” dediler.

Akşam olunca sofralar kurulup miskli yemekler yenildikten sonra akşamdan sonra şanı yüce Han’ın daha önce anlatılan hamamını (Şahane eşsiz mimarisiyle nam salan Hanbağı Sarayı’nın Hamamı ile ilgili bilgi dipnotta [10])süsleyip hazır ettikleri haberi geldi.

Ziyaeddin Hanbüyük kardeşi Bedir Beyküçük kardeşi Nûruddehr Bey, bu hakir, Çaşnigirbaşı Mustafa Çelebi ki Diyarbekir’de Rumiye şeyhinin akrabalarından idi, ve Kıssahân Molla Dilâver-i Isfahanı, bu altı adet zarif herifler ile o meliklerin hasreti hamama girip melikçe bir zevk u safâ edip havuzlar içinde güvercin taklaları atarak sağa sola doğru yüzerek her birimiz türlü türlü oyunlar ederdik. Suya battığımızda kese ve sabunları o seçkin ve müstesna köleler sürüp, hizmetler edip buhurdanlar içinde şemâme şemâme ham amberler yanıp dimağlarımız kokulanır, türlü türlü miskli şerbetler içer, pâk ve tertemiz olup camekânda da dinlenirdik. Yine hamamın içinde havuzun fıskiyelerinden nice bin büyülü sanatları seyrederken Nûruddehr BeyZiyaeddin Han‘a:

“Kardaş, taşrada benim esvabım yanında hokka ile bir çeşit rahatlatıcı ve kuvvet macunu vardır ki bir miskal ondan yiyen yedi kere cima eder, eğer ondan az biraz yersek hararetimiz de def ederiz. Belki kaziye hareket ederse birbirimize girişmek olur” dedikte, hakir şaka olsun diye, “Eğer ben ondan yersem Kıssahân Molla Dilâver’e bile doğdu biraderimle görüşmek girişmek mukarrerdir” dedim. Hemen Han:

“Seyf Ali’ye söyle camekândan o hokkayı getirsin” deyince, Seyf Ali esvabıyla hamama girip nasipsiz Nûruddehr hokkasını bey eline verince, Nûruddehr: “Ey hazinedar Seyf Ali katı ahmaksın. Şimdi bu macun meblâksız nice yenir, ver şu belindeki hançerin” deyip NûruddehrSeyf Ali‘nin belinden hançeri eline alıp bir elinde hokka ve bir elinde hançer ile hamam içinde Rüstemâne bir çeşit kağan arslan gibi salındı ki benim aklım başımdan gitti. Zira birkaç zaman önce Haydar Kethüda’yı paraladıkları gün bu Nûruddehr o sırada dal hançer olup kaç kişiye ve Haydar Kethüda‘ya nice keskin hançer sapladı ben bilirim. O günü hatırıma getirip hamamda hançerle Nûruddehr’i görünce aklım gitti. Zira hepimiz hamamda çıplak, elinde keskin hançer, Nûruddehr hemen:

“Eğer bu macun fenadır derseniz, ilk başta ben yiyem” deyip hançerle hokkadan bir hayli macun çıkarıp önce kendi yedi, sonra hakire verdi, “Yâ Rabbî sana sığınıram” diye bütün gönlümle Yaradan’a sığınıp her ne meret ise yedim.

Sonra bir hançer ucuyla da kardeşi Han’a macun verirken Allah bilir, azgın arslan gibi süzülüp Han’a bir çeşit yürüyüş ile varıp öyle bir tavır ile bir macun verdi ki sanki hemen hamen çıplak memesi üzerine hançer ile vurur şekli etti. Han:

“A kardaş, ne güzel salınışla ve ne yahşi sözlerle macunu verirsin” diye Nûruddehr’in elinden hançer ile macunu alıp Han kendi yemek isteyince Nûruddehr:

Kardaş, Hızır elinden âbıhayat yiyip içmez misin?” deyince Han hançer ucundan macunu alıp ağzına atıp ardından kendini havuza attı.

Bildim ki macunu havuza bırakıp yemedi ve Han havuzda birkaç oyunlar edip takla atarak hemen dışarı çıkıp giyindi.

Hemen NûruddehrMolla Dilâver‘e ve Mustafa Çelebi’ye de macun verip hokka ile taşra camekâna çıkıp o da giyindi. Ve bizler de yıkanıp hepimiz taşra camekâna çıkıp giyindik.

Sonra Ziyaeddin Han‘ın kendi halvethanesine varıp gülsuyu, ödağacı ve amberler sürünüp can sohbetleri edip gâh saz ve gâh söz ederek tâ gece yarısı olunca gencefe adlı bir oyun vardır Kâfiristan’da ona hartiye derler, 70-80 adet dört köşe nakışlı kâğıtlardır, ama bu gencefe kâğıtları Acem‘den gelir, bir tür nakışlı yağlı kağıtlardır. Bu gencefe oyununu oynayanlar iki bölük olup oynarlar. Hakir han tarafında bulunup talihim açık olup 70 adet Abbasî aldım.

Sözün özü, bu oyun işinden de bıkkınlık geldi. Sohbet meydanına türlü türlü peşkirler gelip ellerimizi yıkayıp o kadar tatlılarkatr-ı nebât ve miskli şerbetler yiyip içtik ki gören bizi, “Şu adamlar bütün helvadan yaratılmış” derlerdi. Sonra padişaha lâyık meyve kısmından türlü türlü erik, zerdâli, nar, şeftali, Meleçe armudu, Abbasî armudu, Ordubarî armudu ve 7 çeşit sulu üzüm [kar kış ortamında bu meyvaların bulundurulduğunu hatırlayalım MC]yenildi.Sonra vişne hoşafıMardin encası (erik) ve Buhara eriği hoşafı ve şehribân narı hoşafları yenildi. Peşkirler gelip ellerimizi yıkayıp yataklar döşenmek ferman olunca Han’ın büyük kardeşi Bedreddin, dinsiz Nureddin[Nuruddehr] ve çeşnigirbaşı miskin üç kişi “Han’ım ahşamınız hayr ola” deyip odalarına gittiler. Hakir de işemek bahanesiyle odadan odaya tâ divanhaneye çıkıp onu gördüm ki Haydar Ağa Kethüda öldürüldükten sonra yeni Han’a kethüda olan Kara Mehmed Kethüda divanhanede 500 tüfengci ile keşik bekler, yani sabaha dek nöbet beklerler ve çöğür, tanbura, ıklığ ve ravza ve karadüzen şekilli sazlar çalıp sohbet ederler.

Onlara selâm vere vere geçip aşağı ahıra varıp eski alışkanlığım üzere atlarımı görüp kölelere tenbih edip yine Han’ın yanına geldim. Gördüm ki Han ocak başında şerir üzerinde döşeğinde yatmış. Kıssahân Molla Dilâver kıssa anlatırken derin uykuya dalıp Ashâb-ı Kehf uykusunda rehavî makamında uyku boruları çalıp yine yüklük dolabı dibinde yatmış. Hakire yine önceden olduğu gibi kapı yakınında döşek bırakmışlar, zira devamlı orada yatmayı alışkanlık hâline getirmiştim, ama başımı yastık üzerine bırakıp gönülden sıkıntı ve tasaları giderici Yaradan’a yalvarıp sığınmıştım.

Han’ın kahvecibaşısı Rüstem adındaki ünlü köle, Han’ın yatağı dibinde biheri (pixêri/ocak) kenarında yatıp Kahveci Rüstem BabaZâl-ı zaman babası gibi tavşan uykusuna kulak çekti.

Yaradan’ın hikmeti bunların hınzır (domuz) gibi horuldamaları hakirin tabiatına ağır gelip bozuk fikirlere ve olmaz isteklere kapılıp safra, sevda ve vesvese adlı doğuştan gelen yol arkadaşı dostlarımız ile meşveret ederken, Han:

“Evliyâ’m, taşra niye vardın?”, hakir: “Padişahım, teşelşülhâ-yı kertempereset” dedim. Hoşlanıp

gülümsedi;

“Evliyâ’m, bu kertempereset ne lisandır?” dedi.

“Han’ım, buna ceddimiz Al-i Kıravun Çelebisinden beri erkek farsı derler” dediğimde güle güle tamam olup döşeğinden kalkıp yatak üzere oturup:

“Evliyâm, uykum gelmedi, içimde ateşim var, beri gel seninle yattığımız yerde ırgat lakırdıcıkları edelim. Sen bizim sırdaşımızsın ve nice zaman üstadımız idiniz. Ne dersiz bizim bu Bitlis’in bu çeşit ahvâllerine?” dedi.

“Öyle olur Han’ım Allah bilir bu Bitlis şehrinin imareti tâlii akrep ve merih burcunda ateş evinde bulunmuş gibi şehir içinde kan dökücü cellatlar daima kılıç vurmamadır. Öyle olur Han’ım, bu sonlu eski işliğin hükmü budur” dedim.

Sözün özü, tam iki saat boyunca konuştuklarımızın yazılması ne mümkün. Sözün sonu o oldu kim,

“Evliyâm, vallahi ve billahi kış kıyamet olmasa bir gece Kuskunkıran üstünden Van’da Melek Ahmed Paşa babamın ayaklarına yüz sürüp hizmetinde kâse yıkayıcı olmak yanımda kolay iş idi.” Hakir:

“Allah ırağ eylesin. Han’ım, sen Osmanlıya düşsen birkaç ay iltifat edip sonra insanın yüzüne bakmazlar. Sizin bu acziniz neden gelir?” dedim.

“Görmez misiz? Melek babamın bana kethüda ettiğini parça parça ettiler ve nice adamlarımı kale kayasından attılar. Demin hamamda görmedin mi Nûruddehr hançer ile macunu bana ne tavır ile verdi” deyip bir “âh” etti. Hakir:

“Han’ım, karındaşına macun tesir edip sana macunu keyif hayaliyle öyle verdi” dedim.

“Evliyâm, sen bilmezsin. Hele söz burda kalsın” diye yorganını başına çekip yattı.

Hakir de yatağıma gelip, ey gidi fânî dünyâ, hey padişah vekilleri ve padişahları böyle, ya bunun zevk u safâsı ne ola.

Hemen mısra:

Bekârlık gerçekten büyük bir saltanattır

deyip ben de başımı yorgan altına çekip alışkanlığım üzere kuşağımı çözüp çakşırım çıkarmadan esvabımla yattım, ama vesveseden gözüme uyku girir mi? Allah bilir gece yarısını iki saat geçmişti. Yattığım yerde iki gözlerim kapıda idi.

Başımızdaki belânın sonu

Onu gördüm ki Nûruddehr Bey orta kuşak ile pazularını sığamış kapıdan içeri yap yap girip bir kere gerindi, sündü, parmaklarını çatırdattı, belini kütürdetti ve elini hançerine kovup kemerini onarınca gördüm. Önce bana doğru gelirken:

“Ey fakir Evliyâ sen bu diyarda nişlersin?” dedikte canımı dişime alıp, “İlahî sana sığınıram” diye içimden Allah’a yönelip uykuda horlar gibi muş muş uyur şekilli olup domuz gibi öbürleri gibi horuldamaya başladım, ama şakadan uyku borusu çekerdim. Bu hâl üzere Nûruddehr hakiri görüp:

“Garibin naz uykusu da domuz uykusu gibidir” deyip hele beni geçip yüklük dibinde Kıssahân Molla Dilâver‘e varıp, “Ey gidi Isfahanlı işine, ya aşağı şehirde hanene gidip yatsana” deyip onu da geçti.

Ve Han’ın yanında yatan Kahveci Rüstem‘e varıp ona da bakıp Han’ın döşeği yanına varıp gördü ki döşek üzerinde Han naz uykusunda bolluk nazı ile gül döşenip sümbül örtünen can beraber kardeşidir. Bir kere dört tarafında bizlere bakıp yine Han’a baktı. Hakir yine örtü altından bakıp, “Ayâ bir yalnızca konuşacak sözleri mi var ki?” diye, eşikte etek tahtası altından av zağarı bakar gibi hakir bakıp dururken hemen Nûruddehr belinden hançerini çıkarıp Han’ın üzerinden altın işlemeli yorganını fırlatıp Han’a bir depme vurup, “Kalh bire hey ibne götlek” deyince Han da uyku sersemi’ kalkıp bakınınca gördü ki can kardeşidir, hay derken bir keskin hançerle Han’ın memesi üstüne, bir de bağrına vurup hançeri karnında burdu. Han can havliyle başı altından hançerim çıkaram derken yataktan aşağı düşüp Han’a bir hançer daha vurunca Kahveci Rüstem ocak başından kalkıp, “Bre beim Han’ımı neyledin? Hey hanümânımı harap eyledin, hey harap olacak Nûruddehr deyip Rüstem,

Nûruddehr’e sarılınca Nûruddehr, Rüstem’in bağrına öyle bir Buhtî hançer vurdu ki ciğerinin kanı dökülüp fakir Rüstem’in bağırsakları ayaklarına bağ oldu. Ama bu hakir gafil değil iken ve o kadar tez canlı ve hazırlıklı iken yerimden hareket etmeye gücüm olmayıp donup kalmışım.

Hemen fakir Han, can havliyle sert bir âh çekip Nûruddehr ile ikisi pehlivanlık ederken bir taraftan Rüstem de sarılıp o acımasız Nûruddehr, güçlü kuvvetli Han’ı altına alıp o nâzenin vücudu birkaç yerde daha barutçu kalburu gibi delik delik bıraktı.

Sonunda, ecel yolkesicisi o emel ipini kesip gurur yurdundan sevinç yurduna dinsiz Nureddin’in eliyle ucu sivri hançerinden zehirli içkiyi içup ebedî kalıcı sarayda karar kıldı. Allah rahmet eylesin.

Bir yanımda Han ve bir yanımda cansız Rüstem yatarken hemen Nûruddehr hazine odası kapısını kırıp korkmadan çekinmeden dolapları ve sandukaları açmaya başlayınca Allah’a hamd olsun aklım başıma gelip ok yılanı süzülür gibi yatağımda yorgan altından süzülüp 7 kat kapıdan taşra divanhaneye çıkarken uçkurumu elime alıp işemeye çıkar gibi çıkarken gördüm ki bütün nöbetçiler uykuya dalmış yatarlar.

Biri: “Evliyâ Çelebi, sabah yakın mıdır?”

Biri: “Nureddin[Nurudurr] Bey içerde Han ile müşavere mi eder?”

“Evet, müşavere tamam oldu. Ben işemeye giderim” deyip divanhane merdivenlerinin 20 basamağından aşağı süzülüp ahıra inip, “Bre kalkın oğlanlar, bire tiz ata binin, bre kahbeler” dedim.

Hemen hançer ile atların ayakbağı kösteklerini kesip anında atımı gemleyip belime kılıcımı çalınca Hüseyin adında bir kölem ber-hurdâr olsun hazır olup öbürleri dahi gözünü ovmada ve kuşağını bağlamada, gördüm ki onlardan fayda yoktur. Meğer Kâzım da hazır olmuş ve o da esvabıyla yatarmış. Başı ucundan kılıcını alıp beline çalıp ve tüfeğini eline alıp atının ayak bağlarını çözdü. Hakir de bir kılıç ve iki tüfeng alıp bir teberkeşi belime çalıp atların kolanlarını berk edip 2 kölemle binip 4 kölem ve 5 adet atım bu kadar mal ve esvabım kaldıHanbağı’ndan aşağı doğru kar buz üzere şahin süzülür gibi süzülüp yokuş aşağı buz üzere gıjlayıp aşağı Değirmenler Deresi’ne indik.

“Bre Menteş Bölükbaşı kardaşım, bre atlan iş işten geçti” deyince meğer zarif herif erken kalkar imiş.

“Bre Han’ı öldürdüler, sen ne durursun?” deyince aklı başından gidip hemen ahırına inüp bir kantarma ile eyersiz atına binip hizmetkârı kılıcını tüfeğini verdi, kürkünü eğnine giydi. Binbir sıkıntı ve zorlukla Hüsrev Paşa Çarşısı’nı karanlıkta geçtik. Bitlis şehri ne kadar büyük şehirdir. Bir hayli zamanda şehri çıkıp Kasap Çeşmesi adlı mahalle vardığımızda henüz Hanbağı‘nda bir bağırtı, feryat ve çığlık kopup tüfengler atılmaya başladı. Biz de Rahova Sahrası’na çıktık, ama kar minare boyunca var. Hele hakir her gün binmekle her gün yağan karı yol üzerine dağıtıp beş-altı hizmetçimle yolları açardım. Hele dört kişi gâh kurt lingi, gâh eştirme ve gâh seğirtip kara batarak her an karanlıkta ardımıza bakarak Şâfiî vaktinde Van Deryası kenarında Tahtıvan adlı hana vardık. Meğer orada Pehleli Ahmed Paşa‘nın [Melek Ahmed Paşa’nın yerine atanmış olan Van Beylerbeyi MC] bir ağası yeni hâkim olmuş. Melek Ahmed Paşa’dan haber sorunca, “Yarın Adilcevaz Kalesi yanında erersin” dedi. Hakir:

“İmdi ağam lütfeyle. Bizim acele ile Melek Ahmed Paşa’ yanında işimiz var, ılgar ile gideriz” diye on adam yoldaş alıp yine Şâfiî vaktinde hemen atlanıp kaza kapısı açıktır, diye sabah namazını kılmayıp bir saat Van Deryası kenarında karsız kumsal yerde seğirderek giderken geriden seçilir seçilmez 40-50 atlı belli olup beyaz kar üzere karakuş gibi av özleyip gelirler.

“Ayâ bunlar ne ola? Bizim gibi bunlar da kaçkın mı ola yohsa bizi kovguncu mu ola?” derken bir yüksek karlıca tepe üzerine çıkıp gördük. Bu görünen 50 atlı kadar adamların ardı sıra 100 kadar atlı asker gerçek şafak sırasında belli oldu. Göz açıp kapayıncaya kadar önceki 50 kadar atlıya yetişip birbirlerine girişip cenge tutuştular. Sonunda 50 kadar adamı geriden gelenler kısa süre içinde kırıp atları ve esvaplarını alırken biz hemen “Kuskuna kuvvet ve kamçıya bereket” deyip kaçarken sırdaşım ve yoldaşım Menteş Bölükbaşı‘ya:

“Ey birader, bunlar bizim izimizi gördüler, bunlar bize de gelirler, bre medet bolay ki Ahlat Kalesi’ne düşebilsek” deyip atlara hız verdim.

Tahtıvan(Tatvan) hâkiminin bize verdiği on adet yoldaş Van Deryası kenarında kaldılar. Biz de can pazarına düşüp biraz kamçılara bereket, deyip giderken geriye baktık. Bizden ayrılan on nefer yoldaşlarımıza gerideki katiller yetişip cenge başladılar ve aman zaman vermeyip gözümüz görürken onunu da kırıp atlarını donlarını almaya başladılar.

“Bre meded senden yâ Allah” diye bizler de 4 kişi atlarımıza yüklenip kamçılarken onu gördüm ki, bizim fakir Hüseyin’in atı dolmuş, geri geri kalmaya başladı.

“Bre medet oğlan, gayret eyle, eğer at kalırsa belinden bütün silâhını bırak. Van Deryası kenarınca biraz yaya seğirt. İnşaallah Ahlat Kalesi gibi cennete eriş” dedim.

Atına kamçı vurdukça at geriye kalıp kendisi attan inip yaya seğirtirken gerideki Rojiki melunları Hüseyin’ime yetişip aman vermeyip fakire dalkılıç olup kellesini kestiler.

Bizler üç kişi kalıp korkumuzdan atlara fazlaca yüklenip dolu dizgin seğirtip Van Deryası kenarınca kaçardık. Yaradan’a hamd olsun Bitlis şehrinde her gün binip kar söküp atları yarandırıp (talim ettirip) saman vermeyip çıplak ettiğimizden, atlarımızı dizgin dizgin işleyip şimşek gibi şakıyıp kaçardık. Tâ ki âlemi aydınlatan güneş, felek kulesinden zeminde yatan kara, bir mızrak boyu ışık vurduğunda Ahlat Kalesi de belli oldu. Papşen Hanı sol tarafımızda kaldı, ama bizi kovalayan Kürtler hayli uzak mesafede kalıp geride dökülerek gelmede idiler. Ama biz de can atıp Tatar gibi yortup Ahlat Kalesi‘ne hâlsiz dermansız can atıp, “Ona (Hz. İbrahim makamına) giren güvene erer.” [Kur’ân, Âl-i îmrân 97] âyetini okuyup kaleye girip hemen hakir piyade olup kale kapısını kapatınca kapı nöbetçileri; “Bre nedir aslı” dediklerinde, “Han askeri bizi kovalayıp gelirler” dediğimde, nöbetçiler de kapıları bir hoş kapatıp silâhlarına yapıştılar.

Bizler iç kalede yeniçeri ocağımızdan olan Dizdar Ali Beşe hanesine can attık. Dizdar bizi görüp, “Bre canım Evliyâ Efendi, hoş geldin ve bire canım Menteş Bölükbaşı safâ geldin” diye bizlere çok saygı gösterip haddinden fazla ikramda bulundu. Zira Melek Ahmed Paşa ile Bitlis Hanı üzere sefere gelirken bu Ahlat Kalesi’nde konakladığımızda bu dizdar ile dostluk kurup Paşa’yla buluşturup neferlerini yoklama ettirmemiştim. Yaradan’a hamd olsun o ettiğimiz iyilik meyvesini verip minnetsiz, hanesinde rahat ettik. Hakir: “Bre medet bu kışta atları sarıp sarmalayıp gezdirsinler ve üzerlerine adam bindirsinler” diye haber gidince bir adam gelip: “Siz sağ olun bir çıplak al at çatladı” deyince Menteş Bölükbaşı kardeşim ağlayıp “Hüküm Allah’ındır” dedi. Hakir: “Gam yeme birader, Koca Melek Ahmed Paşa yanına vardığımda benden sana bir küheylân at verem, ahdim olsun, hemen can kuşumuzu kurtarın” derken, Dizdar: “Efendim bu geliş, bu at çatlayış ve bu kışta kıyamette bu geliş ne geliştir?” diye sorunca bu hakir başımızdan geçenleri kısaca anlatırken onu gördük; 300 atlı kadar o Kürt melunları at boynuna düşüp kale altına gelip dizdardan bizi istediler. Dizdar:

“Padişah’ın kalesine dahil düşen adamları biz size nice verelim?” dedi. Dışardakiler: “Onlar bizim Han’ımızın musahibidir. Onlar Han’ın yanında yatarlardı. Han’ımızı kim öldürdü ve hanın hâzinesini talava kim vurup yağma etti, onlar bilir. Biz onları senden iyilik ve kötülük ile alırız” dediler. Hemen koca Dizdar: “Hani kale gazileri atlansın ve kale kapılarını çevirsinler” deyince hakir: “Biz kaleye girince kapıları kapattım” dedim.

Hemen bütün kale neferlerinin mevcut olanlarından 500 atlı hazır oldular ve bütün piyâde neferleri burçlar ve bedenler üzerine hazır olup, “Vurun şu gidi Rojiki Kürtlerini” deyince önce onlardan Padişah’ın kalesine 70-80 kadar tüfeng atıldı. Kale neferlerinden bir adam kurşun ile vurulup şehit olunca hemen bütün kale neferleri bizi kovanlara bir yaylım kurşun vurup 11 adamları kar üzerine düşüp bütün atları kale altına geldiler. Kaleden onlara hemen birkaç şahî toplar atınca onlar da bizim gibi at boynuna düşüp kaçtılar.

Bizler Ahlat Kalesi’nde istirahat edip kale kapıları açılıp onlardan ölen 11 neferlerin leşleri kale dibinde kadı ve Ahlat ayanı huzurunda keşf olundu.

Bizlerin eline arz u mahzarlar verip kaleyi kuşatan melunları akkında hMelek Paşa‘ya ve Van Eyaleti müsellimine arzlar gönderdiler. Onların ölenlerinin atlarından bir küheylân at Menteş Bölükbaşı’nın daha önce çatlayan atı yerine verdiler. Ve bir at da eyeri kolanıyla yedek verdiler. Dört at da koşumuyla hakire bağışlayıp üç saatten sonra bize kale neferlerinden 300 adam yoldaş verdiler.

Bütün ayan ve Dizdar ile vedalaşıp Van Deryası kenarıyla (—) saatte Adilcevaz Kalesi menziline esenlikle gelip Ahlat‘tan gelen yoldaşları geri döndürdük.

Bu Adilcevaz‘dan 100 adet pür-silâh atlı yiğitler yoldaş verip giderken Van Deryası kıyısına Paşa efendimizin konakçıbaşısı Canpolad Ağa’ya 500 adamıyla rast gelip tokalaştüktan sonra hakir:

“Bre birader, bu Padişah tuğunu nereye götürürsün” deyince, “Paşa mazuldür. Bitlis üstünden Diyarbekir yolu kolay olduğundan Paşa o tarafa yöneldi” dedi.

“Bre hey birâder, döndür tuğu, yohsa bugün Ahlat Kalesi yanında bizi kovan 300-400 adamlar tuğu kaldırıp bütününüzü kılıçtan geçirirler” diye başımızdan geçen bütün hikayeyi kısaca anlattığımda konakçıbaşının aklı başından gitti, bizimle tuğu geriye beş saat döndürüp Demirciköy adlı mahalde kaldı, dört tarafına karavullar koydu.

Bizler yine ılgar ile Van Deryası kenarınca gittik. Erciş Kalesi yakınında Akserab Köyü menzili adlı mahalde Melek Paşa efendimiz o şiddetli kışta evlere konmuştu, hakir huzuruna varıp ayağına yüz sürüp elini öpünce, hakir mecburi ağlamaya başlayıp gözyaşım kanlı su gibi sicim sicim akarak yaşın yaşın ağlayıp Yâsin-i Şerif’den üç âyet okuyup, “Sen sağ ol sultanım. Benim yanımda, çerağın olan Ziyaeddin Han oğlunu ortanca kardeşi o dinsiz Nureddin nice yerden hançer ile vurup şehit etti. İşte 6 konak yeri kaça kaça bir gün bir gecede kaçıp geldim. Ve işte Menteş Bölükbaşı’yı da kaçırdım diye” başımdan geçen bütün olayları bir bir anlattım. Paşa:

“Yâ Evliyâ’m, bizim onda olan 70 keseden berhordar ol ellisini göndermişsin, gelip ulaştı, ama 20 kese bakî malımız nice olur” deyince, “Bre sultanım, sen ondan vazgeç, ama şimdi sen ne tarafa yönelip gidersin?” Paşa: “Bitlis’e doğru gidip oradan Diyarbekir’e” dedi.

“Vallahi efendim, Boynueğri Mehmed Paşa gibi âleme rüsvay ve kötü namlı olursun, zira, sizin henüz Bitlis şehrinde kırdığınız beş-on bin adamın kanları kurumadan bu azilde ne cürettir ki Bitlis’e gidem dersiz? deyince birkaç ağalar, “Yâ Evliyâ Efendi, böyle vezire ne olur?” dediler.

“Hay sultanım, bunlara eski Han yine at ve köle bağışlamağa hazır olmuştur. Onun için Bitlis şehrine gitmek isterler, ama Allah bilir cümle Kürt askerleri size gücenmişlerdirHele bütün beyleri bağlayıp bu kadar mallarını aldığınızı unutmayınız. Yoksa at yerine attan ve götten çıkarsız, zira bütün Kürtler ayağa kalkmışlardır. Hemen şimdi tuğu konakçıdan han askerine aldırmayasız, ona çare görün” dedim. Paşa’nın aklı başından gidip:

“Evliyâ’m, ya nice olur?” dedi. Hakir:

“Sultanım, sizden habersiz vekillik edip habersiz fermanınız ile tuğu geriye beş saat döndürüp işte sultanuma haber ettim” dedim.

“İlahî, ber-hurdar ol. Tiz asker gidip tuğları getirsinler, ama bu kışta kıyamette Evliyâ’m ne tarafa gidelim” deyince, “Sultanım, buradan Malazgirt Kalesi’ne, oradan Hınıs Kalesi‘ne, oradan Ziyaeddin Kalesi’ne, oradan Bayezid Kalesi‘ne, oradan Avnik Kalesi‘ne, oradan Aras Nehri kenarları Ahısha hudutlarıdır ve havası biraz yumuşaktır. O mahallere varınca kışın şiddeti biraz def olup Soğanlı sahralarından Hasan Kalesi’ne, oradan iki günde Erzurum‘a muklacılık (yumurtacılık) ve tavuk kırıcılık ederek esenlikle çıkarız” dediğimde Paşa gayet hoşlanıp hakire dualar edip merhum hana çok acıdı. Tuğları getirmeye adam gönderildi ve seher vakti tuğlar geldi. O gece orada karavullar ile konuk olduk.

Bitlis şehrinden firar ederken şehit olan Hüseyin’imin yerine bedel bir seçkin Gürcü kölesi ve pür-silâh takımıyla hakire bir mükellef ve mükemmel küheylân at verip öbür atlarımı ve diğer kölelerimi sordu, “Hepsini Bitlis’de bırakıp kaçtım” dedim. Paşa, “Olmaya illâ hayr” deyip Menteş Bölükbaşı’ya bir samur kafası kürk bağışlayıp kapucubaşıları içine katü. Yedi günden sonra Menteş Bölükbaşı’nın 300 yiğidi Bitlis Deresi’nden ceng ede ede bizim izimizce Paşa’nın ayaklarının toprağına yüzler sürüp tabi’ yazıldılar. O gün Menteş Bölükbaşı bayrak açıp konakçıyla ileri tayin olundu. Ahlat Kalesi Dizdarı’na, bizi Han askerine vermeyip ceng ettiği için hil’at-i fâhire gitti.

Allahu Taalâ’ya malumdur ki başımızdan geçen bu olaylar bundan fazladır. Ancak yazmaya vaktimiz olmadığmdan bu kadarca yazdık. Hemen Cenâb-ı Rabbu l-izzet bu bahane ile can kuşumuzu azat etmiştir. Hamd ü senâ ve yüzlerce hamd o Feyyâz-ı Mutlak‘a ki, bu hakir kulu topraktan kaldırdı.

Ama, Merhum Han mersiyesidir.

Bu çok kusurlu hakir, merhum Han gibi kıymet bilir şanı yüce bir han görmedim. Cömertlik ve iyilik ile diğer kardeşlerinden seçkin ve daima marifet sahipleriyle oturup sohbet ederdi. Mesnevîhân‘dı, GülistanBostan okurdu ve Farsça bilirdi. Zamanın iyi at binicisi ve çelebisi idi.

Bu sıfatlarla sıfatlanmış olduğundan bütün Bitlis halkı diğer kardeşlerine bu Ziyaeddin Bey’i tercih edip küçük, büyük ve genç yaşlı herkes bu genci Melek Ahmed Paşa’dan Bitlis Eyaleti’ne han talep ettiler. Kısacası bin kadar güzellik beyitleriyle mersiyesini yazsam güneşte zerre ve denizde damla kadar güzelliklerini ve mersiyesini yazamam. Şehit edilmesi sebebi de büyük bir ciltlik ayrıntıya muhtaçtır, ancak biz bu seyahatnânemizde kısalttık. Bu tür ürkütücü haberleri yazmaktan ise yazmamanın iyi tarafı çoktur ve sözü uzatmanın güzelliği yoktur, zira insana bıkkınlık verir. Hemen o merhum Han’ın kabri pür-nur olup mekânı cennet ola. Allah rahmet eylesin.

İşbu 1066 [1656] senesi (—) ayında, Van Kalesi’ne üç menzil yakın Erciş Kalesi‘nden İstanbul’a doğru yola çıktığımız konaklan bildirir:

Evvelâ Paşa efendimizle Akserab Köyü‘nden kalkıp kuzeye tarafa (—) saatte bakımlı ve şenlikli köyleri o şiddetli kışta geç[tiğimiz], Taşkın Köyü menzili: Erzurum Eyaleti sınırında Malazgirt Sancağı toprağında bir mamur Ermeni köyüdür. Buradan (—) saatte, Yezdecürd Şah beldesi, yani[ne geldik.]

Malazgirt Kalesi’özellikleri:

İlk yapıcısı (—) Şah oğlu Yezdecürd Şah‘dır. Moğol dilinde Malazcird derler. Acemce’de Han Gazanfer Şah derler. Arap dilinde Sûr-ı Sebu’ derler, zira Azerbaycan padişahlarından Kılıç Arslan da imar ettiğinden Sûr-ı Sebu’, yani Arslan Kalesi demek olur.

Ama Kürt dilinde Malazırd derler ve bazıları Malazgirt derler, zira bir değirmi kaya üzerinde bulunduğundan Malazgirt, yani değirmi kale derler. Kimileri de Merazbird derler, ama doğrusu Malazcird’dir…

Erzurum Eyaleti‘nde başka sancakbeyi tahtıdır. Beyinin hâssı100.000 akçe eder. Sancağında 14 zeamet ve 282 timar vardır. Alaybeyi ve çeribaşısı vardır. Kanun üzere cebelüleriyle 1,500 asker olur, ama bizimle Bitlis Hanı cenginde birlikte olduklarından (olduğumuzdan) biliriz ki 8.000 adet silâhlı, donanımlı ve düzenli asker idiler. Bitlis Hanı Abdâl Han‘a bunlar gücenmiş olduklarından Han’ın askerini ilk başta bozguna uğratan bu Malazgirt kavmi idi ve sonra Mahmudî kavmi idi. Kısacası seçkin keskin kılıç sahibi askerlerdir. Asitâne tarafından iki müddette 150 akçe pâyesiyle bir kadı gelip Resûl’i mübin şeriati hükümlerini uygulayıp her sene ikişer bin guruş tahsil eder. Gerçi Kürtlerdir, ama halkı Şâfiî mezhebinden olduklarından şer’-i şerife itaat ederler. Başka hâkimleri yoktur, hepsinden melik sancakbeyidir. Kalesi de neferleriyle beyine verilmiştir, ancak adalet yeridir, zira halkı gayet sert ve cesurlardır.

………

Bu şehirde [Malazgird’de] Paşa ile kışlak faslında iken Bitlis Hanı koca Han’dan bizim Paşa’ya dostluk mektuplarıyla hediyeleri geldi. Hakirin 6 baş atımızı ve 2 sepet esvaplarımızı göndermiş, 4 adet kölelerimize onar altın harcırah ve birer kat sipahi giysisi verip hakire 200 guruş ve iki kızıl katır yüküyle şeker işi tatlılar ve diğer yiyecekler hediye göndermiş. Dostluk mektubunda öyle yazmışlar ki,

“Benim ömrüm kardaşım Evliyâ Efendi, niçin korkuya düşüp bir gecede böyle firâr ettiniz? Bilmez miydiniz ki Bitlis’in hâli öyle olagelmiştir? İşte boyahane ihsan ettiğimizin mahsulünden zatınıza 200 guruş gönderdim. Allah ile ahdim olsun. Nitekim bu zayıf ve yaşlı Abdâl Han hayattadır, her sene bütün gelirlerini size ulaştırırız. Hemen bizi ve merhum sevgili oğlum Ziyaeddin’im merhumu hayır duadan unutmayasın.

Yaradan’a hamd olsun bütün aşiret ve kabilem, bütün Bitlis halkı, ‘Han’ımızı katl edeni de yerine katl ederiz. Emir, şer’-i Resûl-i mübin’indir’ diye ayaklanıp kana kan istediler, oğlum Nûruddehr senin yanında karındaşı Ziyaeddin’imi katl eylediği için şer’ ile onu da katlettiler. Hüküm Allah’ındır üç günde iki genç, civan, bahtı açık, nâzenin ciğer-pâre şehzâdelerden ayrıldım” diye yazmış, ama Hüküm Allah’ındır”, “Elhamdülillah” yerine idi.

Zira onların katledilmeleri yine kendisi Koca Han’ın kışkırtmasıyla idiDünya devleti için iki can-pâreden ayrılıp devlet yine kendisine kaldı vesselam, ama sonu hayr olsun.

Kıyafetlerimi ve kölelerimi gönderdiğinden o kadar memnun oldum ki sanki dünya benim oldu, zira maldan değil canımdan bile ümidimi kesmiştim. Yaradana şükür kurtuldum.[11]


[1] Hanlık tahtına çıkma konusunda Evliya Çelebi’nin ilginç ve önemli bir bilgisine değinmek gerekir. Han atamasını  Beylerbeyi yapamıyor. Kimi istediklerini Bitlis halkı, ileri gelen yöneticileri beyan ediyor, Beylerbeyi bu doğrultuda gerekli dosyaları hazırlayıp İstanbul’a gönderiyor, sonra İstanbul’dan Padişah’ın atama kararı Beylerbeyi aracılığıyla Ziyaeddin Han’a ve Bitlis halkına iletiliyor. Bu prosedür, Bitlis Emirliği Osmanlı İçinde bağımsız hükümet olduğundan dolayıdır. Sözkonusu prosedürü Evliya Çelebi’nin şu yazdıklarından rahatlıkla görüyoruz: Melek Ahmed Paşa’nın çerağ eylediği oğlu Ziyaeddin Han gelip babasının ayağına düşüp Melek Paşa’nın Asitâne’den hanlık için getirdiği padişah beratını, emirleri, hâlâ bizim paşa tarafından getirdiğim mukarrernâme ve hil’at-i fâhireyi; tümünü babasınn önüne koyup…..”

[2] Dankof ; Robert, An Evliya Çelebi Glossary, Unusual, Dialectal end Foreign Words in the Seyahat-name, The Dempartment of Near Eastern Lenguages and Civilizations, Harvard University 1991

[3] Çelebi, Evliya; Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 5. Cilt 1. kitap.

[4] IV. Murad’ın kızı Melek Ahmed Paşa’nın karısı

[5] Kastedilen Abdal Han’ın oğlu Ziyaeddin Han’dır. Abdal Han, Melek Ahmed Paşa’ya yenilip Mutki Dağları’na çekilince Bitlis halkının ve ileri gelenlerinin isteği de göz önüne alınarak Beylerbeyi Melek Ahmet Paşa’nın atamasını Sultan’a arz edip onayını aldığı Bitlis Hanı. Ziyaeddin Han Abdal Han’ın Osmanlı paşası Zal Paşa’nın kızından olan bir oğludur. Babası tarafından önceki yıl Melek Ahmet Paşa’ya ‘’çerağ’’ olarak verildiğinden, Paşa ona ‘’oğlum’’ demektedir.

[6] Kastı, daha önceki Bitlis seferleri sırasında önceki ciltlerde yazılanlar.

[7] Bitlis ve Ahlat’ın Eyubi meliki.

[8] Muhtemelen Kürtçedeki “berx” (kuzu) sözcüğünden Bitlis şivesine geçen bir deyim. ‘’Barhlandıram’’, mutemelen çoluk çocuk yaptıram.

[9]  17. yüzyıl Bitlis’inin Hanbağı, Abdal Han’ın, içinde Hanbağı Sarayı’nın da bulunduğu özel bağı.

Şanlı Han’ın Rıdvan Cenneti bağının anlatılması:

Bu İrem Bağı Bitlis şehrinin batı tarafında Taklaban Dağı adlı bir yalçın kaya üzere kurulmuş bir bahçedir. Doğu tarafı ve güney tarafı uçurum kayalardır ki aşağıdan Bitlis Nehri akar. Bu kayanın ta en yüksek tepesi kimi elle düzeltilmiş, kimi kendiliğinden oluşmuş geniş bir sahradır.

Bu geniş düzlüğün iki tarafı kale duvarları gibi sağlam yapı surlardır. Ancak burçları ve bedenleri yoktur. Doğu ve güney tarafı göklere baş çekmiş yalçın kayalar olduğundan bu iki tarafta kale duvarından sağlam ve dayanıklı duvar üzerine Han’ın büyük sarayı [Hanbağı Sarayı], dinlenme odaları ve pekçok divanhaneleri yapılmış, yüzlerce şahnişin ve pencereler ile süslenmiş olup doğu tarafı Değirmen Deresi‘ne bakar, Han askerinin yedi yüz adet odalarıyla imar olmuş bir bağdır. Bu odaların altları tamamen at ahırlarıdır.
Buranın dört kapısı vardır. Biri doğu tarafa Değirmen Deresi’ne inip şehre gider yokuş aşağı sarp kayadır. Biri batı tarafa Kefender Kapısı, biri batı tarafa Dağ Kapısı ve biri kuzey tarafa; harem tarafında Taklaban Mahallesi Deresi‘ne açık kapılardır. Bu dış sarayın ta ortasında büyük bir meydan vardır ki bir bakla tanesi kadar taş yoktur, baştanbaşa saat kumu döşenmiştir ki bütün askerler bu meydanda silâhşörlük edip silâh atarlar.
Bütün sürahbâz, hokkabâz, ateşbâz, zorbâz, gürzbâz, şişebâz, kadehbâz, kûzebâz, humbarabâz, kumarbâz, perendebâz, şebbâz, kuklabâz, tasbâz, resenbâz, maymunbâz, ayıbâz, hımârbâz, kelbbâz, keçibâz, darbbâz, matrakbâz (—) (—) (—) (—) (—) şemşirbâz ve pehlivan güreşçiler, kısacası bütün oyuncu ve oynatıcılar bu muhabbet meydanında hünerlerini gösterip Han’dan bağışlarını ve hediyelerini alırlar.
Bu meydanın dört tarafında kat kat kârgir ile yapılmış Han askerleri odaları vardır ki bütün pencereleri bu meydana bakmak­tadır.
Bu odaların da üstünde kat kat Çin kâşîli harem saraydır ki İskender Şeddi bir muhterem haremdir. Bir demir kapısı var, gece gündüz 40-50 adet hadım ağalar harem kapısında pür-silâh hazır olup bekçilik ederler.
Haremin içini göremediğimizden bilmemekteyiz, ancak işittiğimiz kadarıyla orada da bir meydan var ve çevresinde 300 adet evler vardır. Harem içinde Han’a mahsus 40 adet dükkân vardır. Her esnaf dükkânçesi vardır, ama hepsinde Han işler. Bir dükkânın yaygısının bir dükkâna varmak ihtimali yoktur. Hepsi türlü âlet ve kap kacak fazla fazla mevcuttur. (Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 4. Cild,

[10] Hanbağı Sarayı Hamamı’nın özellikleri hakkında Evliya Çelebi’nin anlatıkları:

Han[bağı] Sarayı’nın hazine odasının camekânına dahil olur ferah bir hamamdır. Üç tarafı tamamen İrem Bağı‘dır. Camekânın bütün pencereleri bahçeye bakan Fahrî oyması gibi tunç ve demir şebekeli pencerelerdir ve Arabî oyma pencere kapakları var ki Tebriz‘den Acem hanları hediye göndermiş. Bütün kapakların oymaları içine siyah ham amber dolmuştur. Dışarıdan sabâ rüzgârı vurdukça camekânda olan adamların dimağları kokulanır. Bu camekânın dört tarafı baştan başa türlü türlü Çin kâşîsi [çini] ve fağfûrudur.

Yüksek kubbesinin çevresinde ve bütün pencerelerinin alt kısımlarında Çin kâşîsi içinde Muhammed Rıza-yı Tebrizî‘nin hattıylFuzulî’nin Hamam Kasidesi büyüleyici güzellikte yazılmıştır.

Bu camekânın ta ortasında âbıhayat ile dolu şadırvanları 300 yerden kubbeye doğru fışkırmaktadır. Ve döşemesi Mısır tarzı baştan başa renkli ham mermerdir ki bukalemun nakşıdır. Bu ha­vuzun ortasındaki fıskiye ta kubbenin zirvesinde cam tasa vurup ondan aşağı akar.

Bu camekânda bütün hizmetçileri güneş parçası Çerkeş, Abaza ve Gürcü kölelerdir ki her birinin kemerlerinde ve giysilerinde biner guruşluk kıymetli mücevher kuşak, hançer ve bıçaklar vardır. Hepsi sedefkârî nalinler ile salındıklarında sanki her biri birer çeşit İrem Bağı tâvûsudur. Bu hoş ve güzel hizmetçiler yıkananlara ibrişim peştemallar ve sedefkârî nalinler verip hürmet ederler.
Camekândan içeri girince soğukluk dedikleri büyük bir kubbe daha vardır, ama ortasında havuz ve  parça mermerler ile döşenmiş Çin gülüdür. Ama bunun kubbe-i mînâsı kâşî ile renklenmiştir ve nice bin avizeler ile süslen­miş sağlam bir kubbedir.

Bundan içeri sıcak hamamdır ki insan girse sanki nur içine girmiş olur. Zira göklere baş çekmiş yüksek kubbesinin etrafında asla duvardan eser yoktur. Hemen bu büyük kubbe tamamen uzun sütunlar üzerine konulmuş yuvarlak bir kubbedir.

O sütunların araları alt alta ibret verici billûr, necef, moran berrak ve parlak camlardır ki bu camlara âlemi aydınlatan güneş vurdukça hamamın içi nûr üstüne nûr olur.

Bu hamamlardan dışarısı tamamen İrem Bağı’dır ki binlerce bülbüllerin inleyiş ve feryatları duyulurİnsanlar yıkanırken bül­büllerin yavrularına gıda verdiği görülür, bütün ağaçların çiçekleri ve hoş ve tatlı sesli kuşların yuvaları seyr olunur. Zemininde olan otların, bitkilerin ve diğer çiçeklerin boyları ve renkleri görülür.

Hamamın ortasında büyük bir havuzu var, dört tarafında fıskiyeler fışkırır, ortasındaki fıskiye ise ta kubbedeki tasta son bulup ondan aşağı baş aşağı sıcak su havuz içine dökülür. Bu havuz içinde kırmızı gül yaprakları ve karanfil yaprakları yıkananların vücutlarına yapışıp güzel kokuları insanın beynini kokulandırır.

Her halvette de kulleteynler vardır ve bu da öyle sanatlı mermer döşenmiştir ki insanın gözü kamaşır. Zira kuş gözü gibi yeşim, pîrûze [firuze], balgamî, kehriba, aynu’s-semek [balık gözü], akik, yemeni ve seylân cinsi taşlar ile döşenmiş ibret verici aydınlık bir hamamdır.

Bu adı geçen camlar arasında olan direklere bitişik, balgamîden, somakiden, yerekan taşından, ferah taşından ve Çin fağfûrundan kumalar var ki her mermer ustası her birinde birer çeşit sanat göstermiş ki insan hayran olur. Bütün lüleleri altın ve gümüştür, taslar da öyle ve fıskiyeler de tamamen saf gümüştendir.

Ve suyu ve havası ol kadar hoştur ki insan sonsuz hayatı bulur.

Türlü türlü avizelere, çarklara ve baş aşağı asılı cam taslara şadırvanlar isabet ettikçe o sanatlı dolaplar dönmektedir. Bu da bir seyirliktir. Kubbenin eteklerinde nice çeşit hüsn-i hat kitabeler üzere hamama dair beyitler yazılmıştır.

İbrişim ve mavi peştemalları çıplak bedenine sarmış güneş parçası köleler fütûnî keseler ile ve misk kokulu sabunlar ile hizmet edip saçlarını dağıttıklarında şeydâ âşıkların akılları darmadağın olur.

Ve nicesi türlü türlü micmereler ve buhûrdanlar ile öd ve anber yakıp hamam içi tamamen koku ile dopdolu olur.

Kısacası bu hamamın, büyük sarayın ve İrem Bağı’nm övgüsünde dil kısa kalır. Zira bu yazılan ibret verici yapıların hurdekârlık sanatlarındaletâfet, incelik ve güzelliklerinde asla benzerleri yok, seyre değer son tarz bir hamamdır ki bu hakir 41 sene seyahatinde dengini, benzerini görmemiştir.
Üstad mühendis her işinde var kuvvetini pazuya getirip öyle sanatlar icra etmiştir ki felek-i atlasta öyle bir ustalığı hiç bir eski mimar etmemiştir. Ama bu ibret verici hanelere de giden masrafı Tanrı bilir.

Hatta Revan fatihi Murad Han bu hamama girip soğuk suları gülsuyu ve sıcak suları buhûrsuyu akmış ve bir halvette beş adet kara gözlü, uzun saçlı, güneş parçası tellâk köleleri ve bir halvette beş adet peri yüzlü, melek görünüşlü, yüz güzelliğinde benzersiz, yıldız gibi parlak bâkire tellâkeler Sultan Murad Han’a hizmet ederler. Murad Han çok hoşlanıp buyurmuşlar ki, “Nolaydı bu hamam benim Dârüssa’âdemde[İstanbul’da] olaydı” demişler!

Gerçekten de seyre değer gönül açan bir hamamdır. [Osmanlının Van Beylerbeyi] Melek Ahmed Paşa efendimiz bu hamama girip “Böyle hamam yeryüzünde görülmemiştir” dediler

[11] Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Hazırlayan Seyyit Ali Kahraman, 5. Kitap 1. Cilt, Yapı Kredi Yayınları (YKY), 1. Baskı Haziran 2010, İstanbul, Sayfa 31-65)

Bu metin günümüz okuyucusuna rahatlık bakımından sadeleştirilen günümüz Türkçesine çevrilen kitaptan alındığı için dilbilgisi, syntaks, ilgili olmayan yerleri kısaltma ve sadeleştirme açısından redakte edilmiştir. Ancak usluba dokunulmamıştır.