Türkolog Evliya Çelebi’nin 1650’li yıllarda Kürdistan’a yaptığı seyahatlerde gezip gördüğü kentlerle ilgili bilgilere Seyahatname’nin 3. ve 5. ciltlerinde rastlıyoruz.

  • Nimetullah ATAL

Öncelikle Sivas ve Harput üzerinden Kürdistan’a giden Evliya Çelebi, Ermenistan’a kadar uzanan bu seyahatinden 5 yıl sonra, bu kez Diyarbakır, Sincar ve Van’ı gezip göreceği bir seyahate çıkar. 1655 yılında Bitlis Beyi Abdal Han’a düzenlenen sefere katılan Evliya Çelebi, böylece dönemin Bitlisi hakkında elde ettiği zengin bilgileri seyahatnamesine nakleder. Bağdat’a kadar uzanacak olan seyahatte Evliya Çelebi’nin yolu İran Kürdistanı’ndan da geçecektir.

Kefender Kalesinden ayrıldıktan sonra Evliya anlatmaya başlar;

“Oradan yine paşa efendimizle kalkıp doğuya doğru sarp ve taşlık içindeki Bitlis nehri kenarınca gittik. Zeriki dağı taraflarında Çemende bayırı denilen yerde büyük bir dere içinden Bitlis nehri baş aşağı akıp Keyfa kalesi altında Şatt nehrine karışır.

O sarp yerde Bitlis Han’ı Abdal Han’ın askeri göründü. Baktık ki Abdal han atından inmiş paşaya doğru geliyor. Melek Ahmed Paşa atından indi, birbirleriyle kucaklaşıp öpüştüler. Hayli sohbet ettikten sonra Han dedi ki;

-Sultanım, hemen ata binip ileride kahvaltı edesiniz!

Paşa yine atına binmiş sekizer, kat mehterhanesini döğerek gidiyordu. Baktık ki çimenlik bir dere. İçindeki Acem (İranlı/Farsi), Türkmen ve Kürt tarzında obalar, Osmanlı gölgelikleri ve çadırlar ile sanki lâle bahçesine dönmüş. Paşa bu iç açıcı yere varıp çadırında kaldı. Bir anda tamamen altın ve gümüş tepsiler, fağfuri (Çini), balgami () ve mertebani (Dereceli ) kâseler ile bir sofra kurulmuştu. Melek Ahmet paşa efendimizin üç bin askerine üç bin nevgerine ve karşılamaya gelen şehir ayanına etrafta olan Kürtlerin ileri gelenlerine yettikten başka, çimen üzerine binlerce sahan çeşitli yemekler dökülmüştü.

Oradan hareket edilirken Han hemen paşanın huzurunda yer öptü. On iki adamı yetmiş adet hana bağlı işret (aşiret) beyleri de saygı gösterisinde bulunup yere kapandılar. Han dedi ki;

-Efendim, bu istirahat ettiğiniz yedi aded otağ ve çadırlar sultanımın sefa etmesi içindir. Kabul buyurun. Huzurunuza gelen elli aded gümüş sahanlar ve yüz aded fağfuri mertebaniler ile bütün yemek kabları sultanımındır. Dört Çerkez, dört Gürcü ve dört Abaza köleler dahi sultanımın köleleridir.

Paşa da kemerinden Sultan Murad Han hançerlerinden sivri uçlu ve keskin bir hançer çıkarıp hediye etti. Kendi eliyle Han’ın beline bağladı. Bir samur (Samur kürk) Han’a üç kürk de çocuklarına, yetmiş aded kuşaklık altın yaldızlara bulanmış hilatları Han’ın adamlarına giydirdi. Sonra atına binerek mehterhânesini çaldırıp yola çıktı.

O dere ve tepeler üzerinden Bitlis şehrine diye giderken Hanın büyün adamları bir adamın başına üşüşmüş gülüşerek, şakalar ederek gidiyorlardı.

Ben;

-Acaba bu hay-huy, anlamsız şakaların ve gülünçlüğün sebebi ne ola? Diyerek ileri vardım.

Garip kıyafetli, çirkin görünüşlü bir Kürt’ün başında kuş yuvası olacak kadar uzun bir sarık vardı. Ancak meşale topu olmaya layık sarı, kırmızı, beyaz, yeşil karışımı bir de sakal vardı ki tâ kemerine inmişti.

Zayıf bir ata binmişti, eline iri bir yılan almış altındaki fakir ata o fukaraya yılan ile kamçı gibi vuruyordu. Fakat beygirin adım atacak hali kalmamıştı. Ağzının salyaları çeşme gibi akıyordu, gözünde ise asla fer kalmamıştı. Dört ayağı sanki nane çöpü gibi (çok ince) olmuş, bütün kemikleri teker teker sayılıyor, sağa sola yalpalayarak sersem gibi yürüyordu. Elmacık kemiklerine ikişer torba asmış, o fakir at ise ahrete ayak basmıştı sanki. Yine böyle iken o fakir atı kamçılıyor, kâh inip kâh biniyor, bu çirkin herif sanki hayvanla oyun oynuyordu. Bütün halk ta bunun için gülüşüyordu.

Hanın Kurban Ali adındaki kölesi herife bir altın verip;

-Canım Molla Mehmed, küheylana bir kamçıcık eyle! Dedi.

Ben;

-Hey aşık, bre ol kamçıyı vurup koşturursa o son koşusu ahrette olacak! Dedim.

Hemen yılandan kamçı ile o zayıf hayvana vurdu, dizgin düşürüp o sarp kayalara çıkıp Han ile paşanın yanından yıldırım gibi o at ile öyle bir geçti ki bütün paşalar hayrette kaldılar. Hanın askerleri ise gülüştüler. Yine öte baştan geriye doludizgin kayadan kayaya atını çökerterek şimşek gibi gelerek Hanın askerleri arasına girdi. Hemen herifin yanına vardım atı soluyor mu diye? Atının yüzüne gözüne baktım. Ne gözünde nur var ne solur ne durur. Böyle bir alamet yok.

-Sübhanallah, bu ne sırdır? Derken herif bana gülerek;

-Ne çok bakmışsın satın mı alırsın? Bu at benim büyük dedelerimden kalmıştır. Paşan dahi istese bunu vermem. Dünya halkı buna paha yetiştiremez!

Diye bir takım sözler söyledi. Hanın çaşnigirbaşısı (Yemek tadımcısı) Mustafa dedi ki;

-Evliye Çelebi, sen bu zayıf atı ne sanırsın? Bu Hanın külhanında (çok büyük ısıtma amaçlı mangal) bir tomruk kütük parçası idi. Han bu mollaya alaya binmek için bir at vermediği gibi;

-Melek Ahmet paşa alayına karşı benim alayımı küçültürsün, alaya gitme! Diye tembih etmişti. Hemen bu molla gidip külhanda bu tomruğa bir efsun etti, bu şekilde zayıf bir at oldu. İşte ona binerek burada böyle marifetlerle gösterişte bulundu. Ama Han pek gücendi. Zira sizin paşa bu atın bu şekilde meydana geldiğini öğrenirse;

-Hanın simyacıları ve kimyacıları varmış! Der.

-Bu cihetle Han sonunu düşünerek endişelenip çok üzüldü!

Bu hali öğrenince aklım başımdan gitti ve;

-Bre çaşnigirbaşı, Hazreti peygamberi seversen sen ne dersin? Dedim.

Çaşnigirbaşı;

-Hazreti sultanın temiz ruhu için böyledir. O molla, yârandan ve zevk sahibi kimsedir. Kâh bir sütun parçasına, kâh tekneye, kâh küpe, kâh posta, kâh böyle bir ağaç parçasına binip bir efsun eder. O an binip ne tarafa giderse gider. Kedi, koyun, köpek ve diğer canlı her şeye binse Hazreti Ali’nin düldülü gibi oynattırıp cirit oynatır! Diye yemin etti.

-Ben buna inanmam. Mutlaka bu sırrı öğrenmem lâzım gerek ! Diyerek Çaşnigirbaşına rica ettim.

-N’ola, düş yanıma! (Haydi gidelim!)

Deyip molla Mehmed’in peşinden Hanın bağına vardık. Hemen molla o at ile bağın arka kapısında içeri girdi. Kimsenin görmediğini sanarak külhana doğru gidince yaya olarak üç adamımla kendisini takip ettim. Attan inip elindeki yılanı çakşırı içine koydu ve çömelerek yere oturdu. Yine çakşırından bir uçkur çıkarıp zayıf atın boğazına bağladı ve bir nara attı. Orası hemen karanlık oldu. Benim gözlerim karardı ve bir baktım ki külhan içinde dallı budaklı bir kütük meydana gelmemiş mi? Drhal çaşnigirbaşı dedi ki;

-Ey molla, rüzgâr gibi süratli atı külhana bağladın!

O da;

-Han dedikleri pis bana bir at vermedi. Ben de böyle yaptım. Vallahi billahi saray Frasi Bağdo’ya binsem gerek idi. Amma Osmanlı alayı geldi, beni bağlarla diye tomruğa binmişim!

Diye cevap vererek olanları inkâr etmedi. Sonra;

-Bunlar kimdir? Diye bizi sordu. Bizimle henüz tanışmamıştı zira! Çaşnigir;

-Allah kelâmının hafızı ve paşanın nedimi olup yanında bulunur! Dedi. Bunun üzerine son derece sevinç duyup bizimle dost oldu…”

Yılanın sırtında meydanı terk edip dağlara gittiğinde bıraktığı çuvalı açarlar ve çuvalın içinde;

Koyun, deve yününden alaca ince ipler, kendir tohumları, içinde çeşitli ilaçlar bulunan kutular, karaçalı dikenleri, kâfur, balmumu, karagünlük, öd, amber, zift, katran, pelyan, zakkum, mum, eski bezler, alaca bezler, Keşan kadifesi, Şam kutnısı parçaları, hokkalar içinde yağlar, macunlar, tatlılar, kavun, karpuz, hıyar, kabak çekirdekleri, çeşitli tohumlar, kumkumalar içinde rakı, sirke, şarap, neft, tüyleri tuzlanmış koyun, keçi başları, ayakları, sandoloz, bir aslan başı, sayısız yılan, sakankur, kertenkele, akrep ve çiyan ölüleri, birer tane olmak üzere eşek, at, katır, deve, domuz ayakları, dişleri, hokkalar içinde canlı kara sümüklü böcekleri, Van gölünde yetişen çeşitli böcekler, kurumuş adam kafatası, kaplan, aslan, pars kafatasları, çeşitli hayvan derileri, samur, zerduva, kakum ve vaşak derisine varıncaya kadar çeşitli postlar vardı. Ama hiç birisi beş para etmezdi. Çuvalda bulunan ilaçlar eczacı dükkanlarında bulunmazdı.

Melek Ahmet Paşa; “Bu kadar anlamsız şeyleri, rakısı, şarabı, sirkesi… var! Demesi üzerine

Abdal Han; Sultanım, Billah üç yıldır bizdedir. Ömründe şarap, tütün, kahve içtiği yoktur. Gece ibadette, gündüz oruçludur. Devamlı olarak Davud orucu tutar. Ömründe bıçak ile kesilmiş, kanı akmış, canı çıkmış canlı eti yememiştir. (İslam’ın şartlarının tam tersini yapıyor)

Bir vakit namazını kazaya bırakmaz. Ancak Mağrib diyarında (Fas) Merankuş şehrinde bu simya ilmini öğrenip sultanıma göstermek için benim isteğimle biraz marifet göstermiştir. Yoksa bu uyku hayaldir, halka bir zarar vermez.

Melek Ahmed Paşa;

-Ya bu hayvan derileri ve canlı hayvanları hapsedip neyler?

Abdal Han;

-Evet, sultanım, zor bir soru sordunuz! Onun işlediği bütün işler ve simyanın aslı yine Cenab-ı Hakkın kudreti ile yaratılmış olan eşya ve varlıklardır ve görmüş olduğunuz marifetleri göstermek için araçtır. Mesela, vücuduna hokkasından bir yağ sürüp efsun etti, tenasül uzuvlarını yok olarak gösterdi. Kırağı ve çiy yağı sürüp kendisini havda gösterdi, kumkuma ve ibrik ile halkın üzerine su döküp işediğini sanmamızı sağladı, yere efsunlu suyu döktüğünde halk kendisini boğuluyor gibi gördü, bağrışarak kaçışmaya, soyunmaya, yüzerek kurtulmaya çalıştılar. Çuvaldan çıkardığı yılanı efsunlayarak ejderha şeklinde gösterdi. Sultanımın korkusundan kaçarken çuvalı burada bıraktı. Çuvalın içinde ne kadar hayvan postları varsa onların hepsini canlı olarak gösterir ki, Allah’ın ezeli kudretidir. Onun içindir ki çuvalındaki her bir parçayı canı gibi saklar! Diyerek Molla Mehmet’i övdü.

Melek Ahmed Paşa;

– Şu sihirbazın çuvalını kaldırın ben parende atan pehlivanlardan hoşlandım!

Demesi üzerine pehlivan gösterileri başlar. Pehlivanlar da akrobat, canbaz, ve biraz da simyacılık marifetlerine sahiptirler. Bunu Abdal Han’ın Melek paşaya pehlivanlarını tanıtırken kurduğu cümleden öğreniyoruz;

-“Hizmetinizde birkaç usta pehlivanımız var. Murad-ı şerifiniz olursa meydana bakar yüksek köşke teşrif buyurup seyreder misiniz? Bunların her biri simya ilminde, tayy-ı mekan ilminde (mekan değiştirme) ve pehlivanlıkta pek değerlidirler!”

Elçi huzuruna çıkarken andıkları kutsal kişilikler arasında Yunan filozofların da adları geçmektedir. Bitlis Beyi Abdal Han’ın izniyle Melek Ahmet paşa önünde hünerlerini sergilemeye çıkan Acem bir pehlivan, siyah derili kıspeti ile huzura geldiğinde şöyle dua ederken önce peygamber Muhammedi, dört halifeyi, on iki imamı, Osmanlı padişahını ve Melek Ahmet paşayı, Abdal Hanı ve çocuklarını saydıktan sonra yere yüz sürüp;

-“Destur ey Eflatun tedbirli vezir!” Diyerek Melek Ahmet paşadan gösterisi için izin ister. Cambazlık hareketlerini yaparken de “Ya Hay!, Ya Allah!”  şeklinde nara atar. Eflatun gene Grek filozofudur.

Yukarıda adı ilginç olayları anlatılan Molla Mehmed işlerine başlarken izin almak için;

-“Hayyealessala. Han ocağı daim ola. Melek Ahmet paşa kaim ola. Pisagor, Ebu  Ali Sinave biraderi Ebul Haris’in ruhu şad ola!” İfadelerini kullanır Eflatun ve Pisagor’un isimlerinin kullanması Bitlis Hanedanlığının eğitim ve öğretim kalitesini ortaya koyuyor.

Osmanlı Bitlis Beyliği Savaşına Doğru;

Bitlis Beyi Abdal Han saygıda kusur etmeyerek büyük bir strateji ve akılla Melek Ahmed Paşa’yı ürkütmüştür. İradesinin Osmanlı Sultanı ve Beylerbeyi’nin iradesinin üstünde olduğunu o gece kanıtlamıştır.

Abdal Han, bütün meziyetlerini ortaya dökerek Melek Ahmed Paşa’ya bu gösteriler ışığında gözdağı veriyor. Özellikle her bir pehlivanın 10 Osmanlı askerini devirecek güçte olması Melek Ahmed Paşa’yı oldukça düşündürür. Meydan okumayı anlayan Melek Ahmed Paşa, Abdal Han’a dönerek şöyle demiştir ; ‘’Amma ey Han kardeşim, senden ricam şudur; Biz Osmanlı vezirlerindeniz, özellikle (IV.)Murad Han’ın damadıyız. Nitekim Van Eyaletinin mutasarrıfıyım. Sen de benim eyaletimde “Serbest Hâkimsin ve devamlı ocaklık olmak üzere bu eyaletinde mutasarrıfısın!”

Entrikaların başında Bitlis Beyliğini ve Abdal Han’ı Ezidi ve Gayrimüslim olarak saraya şikayet eder. Bunun için yeterli ‘yalan delil’ üreten Melek Ahmed Paşa sonunda Şeyhülislam’dan Bitlis’e savaş açması için fetva alır.

Melek Ahmed Paşa yükselen ve genişleyen Bitlis Hükümdarlığının önüne geçebilmek için çeşitli entrikalar hazırlamaktadır. Sultan’a sürekli bilgiler göndererek ”Abdal Han iradeniz dışında bağımsız davranarak gayri müslimlerden oluşan bir ordu yaratmıştır. Bu ordu her türlü kötülük ve haram içindedir.” şeklinde entrikalarla Bitlis Beyi Abdal Han’ı karalamakta Osmanlı Sultanını kışkırtmaktadır. Bununla beraber Van ve Hakkari bölgesinde bulunan Kürd aşiretlerini Bitlis Hükümdarlığına karşı kışkırtıp toprak ve para vaadiyle Abdal Han’a karşı durmaları için ikna etmiştir. Abdal Han’ın sahip olduğu aristokrat kimliği Bitlis’te temeli daha önceden atılan ‘Şehir Kardeşliği – Rojkan ‘ mantığından kaynaklanıyordu. Çok kültürlü Bitlis Beyliği, Osmanlı Sarayını geçmiş örnek bir model olmaya başlamıştır.

Nitekim bu girişimler sonuç vermiş Diyarbekir ve Van’da toplanan ordu M. 1655(H. 1068)yılında Bitlis Hükümdarlığına büyük bir saldırı gerçekleştirmişlerdir.

Abdal Han kültür,eğitim,sanat alanında Bitlis Beyliğini hem geliştirmiş hemde sınırlarını Erzurum’a kadar genişleterek halktan büyük bir teveccüh toplamıştır. Abdal Han’ın yükselen ‘lider karizması’ Osmanlı Sultanını ve bölgede bulunan Beyler Beyini son derece rahatsız etmiştir. Abdal Han’ın en büyük özelliklerinden biri Kürt kimliğini belirli bir ‘inancın’ tekelinde tutmayarak tek referansının ‘Kürt’ olmasıdır. Bu sebeple ordusunda Kürt olup çeşitli inançlara mensup binlerce kahraman vardır. Melek Ahmed Paşa’nın ”Şeytana tapanlar.” ”Kızılbaşlı Askerler” diyerek savaş için ”meşru” bir zemin hazırlaması başarıya ulaşmıştır. Evliya Çelebi’nin anlatımlarına bakılırsa Melek Ahmed Paşa, Pehlivan ve Molla Mehmed’in Yunan Filozof ve Bilginlerini övmelerini bile rapor etmiştir.

Melek Ahmed Paşa kafasında kurduğu savaş senaryolarını bir bir hayata geçirerek Evliya Çelebi’ye IV. Murat’ın 1638-39 yılları arasında Bağdat seferini düzenlerken kendisine ”Abdal Han ve Kürtler Bağdat seferimi kutlamadılar. Şuan ordum yorgundur ve savaşamam lakin bunun öcünü alacaksın” diye kendisine vasiyet ettiğini Evliya Çelebi’ye anlatır. Melek Ahmed Paşa Van’dan büyük bir orduyla Van ve Hakkari beylerinin desteğini alarak Bitlis’e doğru ilerlemeye başladı.

Bitlis Beyliği Abdal Han komutasında savaşa hazırdır. Abdal Han’a destek olarak  Zerikan Beyi, Çapakçur Beyi , Hazro Beyi , Çemişgezek Beyi ve çeşitli beyler destek gönderir. Bunlaran Çapakçur ve Çemişgezek beyleri destek gönderemeden Diyarbekir Beyi tarafından yakalanırlar. Öte taraftan Kurdistan’da bulunan bazı Timur ve Hazar Türklerinden kalan Tatarlarında Abdal Han’a yardım ettiği bilinir. Bitlis Beyliği’nin bağımsızlığına yönelik Melek Ahmed Paşa tarafından yürütülen savaş bütün bir şiddetiyle sürerken Melek Ahmed Paşa, Evliya Çelebi’nin sayesinde bir suikastten kurtulmayı başarır. Kale önlerine geldiklerinde şöyle bir dua ettiği belirtilir;

“İlahi! Kuvvet ve kudret, yardım ve fesat senindir. Verme, koruma ve doğruluk, iyilik ve büyüklük yine senindir. Dini Mübin gayretine bir fırka Muhammed ümmetini başıma topladım. Elimi yüzüme alıp, kapına dilenmeye geldim. Onu hiç boş döndürmedin. Yine eşsiz padişahımdan dilerim ki, Ahmed’in bu ricasını da kabul edip bu kadar insanı acındırma.!” diye dua eder.

Savaş bütün şiddetiyle sürerken Melek Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu ve Kürt Aşiretleri, Bitlis Beyliği’ne bağlı askerlerden büyük darbeler alırlar. Büyük darbeler almaları sonucunda sürekli ek takviye birlikler gönderilir. Evliya Çelebi yine şöyle özetler;

“…Her iki taraftan binlerce top ve tüfek atıldı. İki tarafın askeri de Nemrut ateşi içinde kaldılar. O an Mahşer gününe döndü. Siyah barut dumanı göğe yükselip dost düşman yerleri seçilince Dideban dağlarının tepelerinde olan Çaker Ağa gördü ki, Osmanlı askeri metrisler içinden kılıç vurup geliyor. Kendisi tabyasında kalıp bir hayli cenk etti ise de sonunda Malazgirt ve Mahmudi beyleri onu yerinden çıkardıklarında aşağı Bitlis şehrine kaçtı. Paşa tarafından bütün Van askerine paye verildi…”

Kürd Süvarileri büyük bir direnç gösterir. Günlerce süren kuşatma sonucu Bitlis Kalesi, Osmanlı Ordusu’nun denetimine geçmez. Bu defa daha büyük bir kuvvetle Malazgirt,Van ve Hakkari beylerinden destek alınarak kale tamamen kuşatılır. Melek Ahmed Paşa kalede bulunanların teslim olması için ferman gönderir; Kürd Süvarilerinin bu fermana yönelik cevapları çok net olur;

“Kale Hanındır, Osmanlının olsa içinde Osmanlı askeri olurdu. Osmanlının kale ile ne ilgisi var? Biz hepimiz Han kuluyuz!” diye karşılık verirler. Kalede kalan bir grup süvari kuşatıldıklarını görünce gecenin karanlığına meşaleler yakarak Bitlis semalarına “Allah birdir, bir!” diye haykırırlar. Bitlis Kalesi, Melek Ahmed Paşa tarafından teslim alınır. Abdal Han beraberinde bulunan 500 kişilik süvari gücüyle Mutki’ye çekilmek zorunda kalır.

”Benên kemendên xwe berdan wekî maran

Ji bo ku têxin destê xwe şêrên felekê

Bi dest xistin Kurdan bi zora milê xwe hemî sengeran

Vekirin di hemî ciyan de deriyên şêran

Li milekî bejna xwe dikirin al, bilind dikirin

Li milekî jî çêdikirin bi zend û milên xwe derenceyan”

Özetlersek;

Melek Ahmed Paşa savaştan galip gelmesiyle beraber Bitlis Kalesin’de büyük bir talana başlamıştır. Abdal Han döneminde Türkolog Evliya Çelebi’nin hayranlıkla anlattığı Bitlis Beyliği ve Abdal Han dönemi büyük bir yıkımla karşı karşıya kalmıştır. Evliya Çelebi Abdal Han’dan söz ederken ” Bir çok özelliği olan felsefe,ilim,bilim noktasında çok mükemmel  şekilde yetişmiş bir insandır” derken Bitlis Beyliği içinde yer alan medrese saray ve kütüphanelere hayran kalmıştır. Bitlis Kalesi tamamen alınırken kalede yer alan büyük kütüphane yakılarak eserler ateşe verilmiştir. Abdal Han dönemine ait mimariden Evliya Çelebi hayranlıkla söz ederken ”Kapılar ve pencereler bronz ve demirden kafeslerle kaplıydı. Sarayın banyoları çok büyüktü. Pencereler bahçelere doğru bakardı.” derken hayranlığını gizleyemiyordu. Abdal Han dönemi Kürtlerin siyasi,ekonomik,kültürel ve eğitim bakımından en parlak dönemiydi.

Bitlis Beyliği Beylik sınırları içerisinde yaşayan diğer halklar ( Yahudiler, Ermeniler ) başta olmak üzere bir çok millete adil ve eşit davranmayı başarmıştır. Abdal Han’ın üstün özellikleri Osmanlı Sultanlarını gölgede bıraktığı için hedef haline gelmesi kaçınılmaz olmuştur.  Melek Ahmed Paşa’nın Abdal Han’a duyduğu kin,öfke ve kıskançlık sıradan bir refleks değildir. Abdal Han’ın sahip olduğu liderliği ve kerametleri kendisini ve Osmanlı sultanının iradesini oradan kaldırmıştı. Bu duruma şöyle bir örnek verelim;

Evliya Çelebi Bitlis Beyi Abdal Han’ı şöyle özetler ve ekler; Felsefe, kimya ve simya  bilimlerini çok iyi bilir. Seksen yaşında afyonkeş (esrarkeş), zayıflıktan lades kemiğine dönmüş birisini ilaç verip hamama sokmuş öyle bir iş eylemiştir ki adam yeniden canlanıp üç günde taptaze, kırmızı elma gibi yanaklı birisi olmuştur. Attan düşen, damdan tekerlenen, uçan kimseleri sarıp sarmalayıp yedi günde ayağa kaldırır. Diyerek Abdal Han’ın üstün özelliklerini öve öve bitirememiştir.

Melek Ahmed Paşa, Bitlis Beyi Abdal Han’ın sahip olduğu bu keramet ve bilgeliğin ‘’Şeytani’’ bir bilgelik olduğunu savunarak o dönem Siyasal İslamcılığı kullanmıştır. Bunun en büyük nedeni; Abdal Han’ın sahip olduğu bu özellikler Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu bir lütüf ise; Kendilerinin kudret ve saltanatları bir hiçe dönüşecektir.  Allah’a yakın olan halkı yönetir… ‘’Şeytani’’ bilgelikteki kasıt ‘’Allah’ın bahşettiği kerameti’’ halk arasında itibarsızlaştırarak Abdal Han’ın ‘’Büyücü’’ olduğunu herkese anlatıp katlinin ve Bitlis Beyliğine yönelik savaşın ‘meşru’ olduğunu insanlara ikna etmekten başka bir şey değildi.

Yılan gibi kement iplerini sarktılar

Feleğin aslanını ele geçirmek için

Ve ele geçirdi böylece Kürtler tüm siperleri, bilekleriyle

Ve açtılar her taraftan savaş kapılarını

Bir yandan bayrak yapıp boylarını yükseltiyorlardı

Bir yandan da omuzlarından, kollarından merdiven yapıyorlardı

Çünkü, kollarımızı birbirine bağlayıp merdiven yaparak;

Adaletle hareket etmediğin sürece

Devlet ve ikbale sahip olamazsın hiç;

Yollarını güvenlik altına al saldırganlardan yana

Ülkenin yükselmesini istiyorsan şayet.

DİPNOTLAR:

Evliya Çelebi “Seyahatname”

3. Cild

5. Cild 478 ile 512 sayfalar.