Çağın dikkatimizin önüne serdiği çeşitli olaylardan ulusumuz da yararlanma payını almaya başladı. Bu yararlanmanın pek çok geç kalmış olduğunu itiraf etmek, hem doğruyu ve gerçeği kabul etmek, hem de derdimizi bilmek olur. Ne var ki gelecek için bize ışıklı ümitler veren müjdeler az olsaydı, bugünkü durum için söz söylemek cüretini de kendimizde bulamazdık.

Ümitlerimi güçlendiren belirtiler, son zamanlarda değişik Kürd tabakalarında en büyük sevinçlerle gördüğüm faaliyetlerin ürünleridir. Bunları, ulusal erginliğimizi kanıtlayan birer vesile olarak kabul etmek de pek doğru olur.

Jinên Kurd

“Kürd kadınlığının çağdaş anlayışla yükseltilip geliştirilmesini sağlamak, aile yaşamında köklü sosyal reformlar gerçekleştirmek, göç ettirme ve kitle halinde öldürmeler dolayısıyla sefalet içine düşen Kürd öksüz ve dullarına iş bulmak ve nakdi yardımda bulunmak suretiyle onları sefaletten kurtarmak” amaçları çevresinde “Kürd Kadınları Teali Cemiyeti” adı altında bir dernek açan İstanbul’daki hanımlarımıza, Kürdlük için şeref olan bu kutlu kuruluşlarından dolayı ne kadar şükran borçlu olsak yeridir.

Yüzyılların unutkanlık yükünün altından kurtulup yükselen ulusların yaşamında kadınların rolünü pek etkili görüyoruz. Onların uyuyan ruhlara, karanlık kafalara aşıladığı hareket ve heyecan ışığını başka hiç bir araç sağlayamaz. “Bir ulusun kadınları, gelişme derecesinin ölçüsüdür” sözü, uygarlık alanında öncülük yapmak isteyen toplumların çalışmalarını düzenleyen bir ilkedir. “Jîn”in 14’üncü sayısındaki “Kürd Hanımı” yazısında şu satırları yazıyordum:

“Şurası kuşku götürmez bir gerçektir ki kadının Müslümanlıkta sahip olduğu yer ve haklar, bugün kendisine layık görülmeyen yerden pek yüksek ve bugün kendisine layık görülmeyen haklardan pek geniştir. Din işlerine aklı erenlerin ve din bilginlerinin görevi, dinsel hakları esirgemek değil, bu hakları zamanın gereklerine göre genişleterek ve yeniden düzenleyerek kullanılmasına engel olmamaktır”.

Müslümanlığın ilk pak ve temiz biçimini korumuş büyük kitlelerine bakarak, o dönemlerdeki kadın konumunun bugün bize aşılanmak ve uygulanmak istenen biçimlerden tümüyle ayrı olduğunu gördükten ve kimi çağdaşlarımızın, Müslüman kadınları geçmişte bile görülmemiş olan ve bugün de olanaksız bulunan bir karanlığa doğru sürüklemek istediklerine inandıktan sonra o görüşlerimi belirtmiştim. Bugün, Hilafet merkezinde her fert, ya lehte ya da karşı olmak üzere kadın kıyafetiyle uğraşmaktadır. Bu sorun, kendi kişisel görüşlerine göre çözülünce tüm sorunların çözülmüş olacağını sanmak yanlışlığında bulunuyorlar.
Örtünmenin biçim ve anlamının ne olduğunu anlamak isteyenler, Kürdistan’ımıza ve hatta biraz da Türk Anadolu’suna kadar zahmet etmeye katlansınlar. Şimdiye kadar kadının giydirilmesiyle uğraşılacağına, ona doğru dürüst bir eğitim ve eğitsel bir güç verilmiş olsaydı, sorun çoktan çözülmüş ve amaç gerçekleşmiş olurdu.
Yine o yazımda demiştim ki:

“İşte biz, bu kadar dindar olan bir toplumun kadınlarının durumunu çağımızın gereklerine pek uygun buluyoruz. Bu durum, çağdaşlaşmak isteyen ve başta aydınları olduğu halde bu amaca doğru yürüyen Kürdlük için o kadar elverişlidir ki, yenileşen bazı uluslarda ve örneğin Türklerde olduğu gibi ayrıca çapraşık bir ‘kadın sorunu’ doğmasına olanak yoktur. Kürd kadını özgürdür; örtünmenin Müslümanlığın belirleyici gelenekleri dışındaki gereksiz bağlarından özgürdür; erkeklerin de içinde bulunduğu sosyal yaşama, saygın bir konuma sahip olarak karışmıştır. Biraz daha yukarı tabakaya bakarsak bir kadınlar saltanatı da görürüz”.

Sorun bu şekilde ve bu nitelikte olunca, hanımlarımızın görevleri kolaylaşmış ve ulusumuzun onlardan elde edeceği yarar artmış olur. Her geçen gün, bireylere olsun, ulusa olsun bir fazla gereksinme yükümler. Fazla gereksinme ise fazla çaba gerektirir; fazla çaba da fazla pazu ister. İşte uygarlık bunlardan doğar. En uygar uluslar, gereksinmeleri en çok olanlardır. Ne var ki, uygarlığın en belirleyici özelliği, duyulan gereksinmeleri karşılayabilmektir.

Tek tek her bireyinden azamî kârı sağlayan uluslar, ne yenilgiye uğramaktan, ne de düşkün kalmaktan korksunlar. Olaylar, günümüzde bir güneş ışığının gücüyle gözlerimize sokuluyor ve kafalarımıza sokmak istiyor ki, kadınları da erkekleriyle birlikte sosyal mücadeleye girmeyen ve yaşamsal çalışmalara katılmayan uluslar, tehlikelerle dolu olan bu uygarlık alanında kötürüm gibidirler. Bu Dünya Savaşında görmedik mi! En uygar ve en hazırlıklı uluslar, kadınlarını da aynı oranda savaşıma kattılar. Yoksa, benzeri görülmemiş bir kavga alanı olan bu savaşta böyle ve bu kadar çarpışmak mümkün müydü! En basit örnek olarak, hastabakıcı hanımların yerine erkeklerin konulduğunu varsayarsak, düşmanla çarpışacak kaç kişi kalabilecek ve yurt savunması ne oranda mümkün olabilecekti? Bu tür örnekler istenildiği kadar çoğaltılabilir.

Ben, kadınlarımızın, milliyetin ve sosyal geleneklerin özünden doğan bu haklara esasen sahip olmalarını, geleceğimiz için pek ümit verici bir sevinçle kabul ediyorum. Ancak bu haklardan uygarlık alanında yararlanmaya koyulmak, hanımlarımızın bir görevidir.

Tüzükteki* “Kürd kadınlığının çağdaş anlayışla yükseltilip geliştirilmesini sağlamak” isteği, gelişimin amacına doğru tutulmuş bir kurtuluş meşalesidir, “Jîn”deki o yazımdan şu satırların da alıntı olarak burada yazılmasına müsaade buyurulsun:
“İşte Kürd kadınının doğal durumu, günümüzün gereklerine bu ölçüde uygundur. Eksik olan bir şey varsa, ulusal alışkanlıklardan doğup, yazılı olmayan ulusal gelenekler içinde gelişen karakter belirleyici bu terbiyenin, aydınlatıcı kurallarla ve çağdaş öğretim kuralları ile de olgunlaştırılıp taçlandırılamamış olmasıdır. Bu eğitim kurallarını, bu öğretim kurallarını uyguladığımız gün, Kürd kadınının erdem derecesini, yetiştirdiği çocukların nasıl imrendirici bir vatan temeli kuracaklarını göreceğiz. Bu geleceğin pek uzak olmadığına inanıyoruz”.

Bu inancımızı bir daha pekiştiririz. Uygarlık alanında sesimizi dinletecek bir kürsüye sahip olmak istiyorsak, Avrupa ve Amerika’dan bilim, sanat ve teknikçe her türlü gelişmeyi aynen kabul edip almakla birlikte, ulusal niteliklerimizle bağdaşabilir nitelikte olan iyiliklerini almak, bizde olmayanları da bağdaşabilir duruma getirerek almak zorunluluğundayız.

Hanımlarımızın bu gereği takdir etmelerinden daha parlak bir gelişim kararlılığı olamaz. Hanımlarımız gösterişe ve gösteriye düşkün değil, ancak iyi birer aile hanımı, çocuklarımıza ve kardeşlerimize yurtseverlik, görev ve fedakarlık duygularını aşılayan tam birer ana oldukları gün, “Kürd kadınlığının çağdaş anlayışla yükseltilip geliştirilmesi” amacına ulaşmışlar demektir.

Benim için biraz belirsiz görünen “aile yaşamında köklü sosyal reformlar gerçekleştirmek” kaydı, eğer anlayabildiğim anlamda ise, Kürdlük çoğunluğunun, bu tüzük etrafında toplanan hanımların ve bugün ulusun geleceği hakkında projeler hazırlayan gençlerin düzeyine yükselmeleriyle gerçekleştirilebilir. Kürdistan’da çağdaş gereklere doğru yavaş yavaş meydana gelecek olan eğilim, bu reformlara duyulacak gereksinimi meydana getirecektir. Yani bu, bir “zaman ve yaşamda devrim” sorunudur.
“Jîn”den alıntı yaptığım satırlarda, Kürdlükte bir kadınlık sorunu doğması olasılığının bulunmadığını söylüyorum. Saygıdeğer bir incelemecimiz diyor ki:
“Kürdlük için yalnız bir kültür ve öğrenim vardır. Kürdlüğün gelişmesi dediğimiz vakit, bu gelişmeye erkekler de, kadınlar da girerler. Zorla, doğal olmayan bir ayrılık çıkarmamalıyız”.

Evet, pek doğrudur. Bu görüşün doğruluğu bir kutsal hadisle de kanıtlanabilir:

“Bilimi aramak, her Müslüman erkek ve her Müslüman kadın üzerine farzdır”. Bilimi aramak mutlak olarak söylendiği ve Müslüman erkek ile Müslüman kadının bilimden yararlanması derecesinde ayrım gözetilmediği için, erkeklerle kadınların öğrenim ve gelişmelerinde, sadece cinsiyetin zorunlu kıldığı bazı farklar dışında, başka bir ayrım gözetilemez.

Erkeklerden ayrı bir kadın sorunu ne zaman doğar ve iş ne zaman tehlikeli bir durum alır?
Ne zaman ki erkeklerle kadınların kültür ve eğitim düzeylerinde, nicelik ve nitelik bakımından bir dengesizlik olursa. Ben Türklerde kadın sorununun nedenini bunda buluyorum; erkekler nicelik ve nitelik bakımından ne kadar gelişmiş iseler, kadınlar da her iki yönden o kadar az gelişmişlerdir. İşte ben bu dengesizlikten korkarım.

Kürd öksüz ve dullarına iş bulmak ve onları sefaletten kurtarmak amacı, her şeyden önce, “olanaklı ve gerekli” olan şeylerle uğraşmanın zorunlu olduğu şu zamanda en büyük ve birinci görevdir. Kadınların yufka ve duyarlı yürekleri, İstanbul’dan başlayarak Anadolu’nun en karanlık köşelerinde besinden, giysiden, hatta diyebilirim ki yaşamdan yoksun olarak sürünen erkek, kadın, kız ve kardeşlerimizin acılarını, kuşkusuz ki bizlerden daha çok acılıkla duyarlar. Bu nedenledir ki, geleceği kazanmak için bugünkü durumun kurtarılması gereğini tümüyle takdir ederler.

Günün varlığımıza ve yokluğumuza ilişkin bu en önemli sorunu hakkında nispeten az satırlar ayırmam, sorunun daha az üzerinde düşünülmeye değer olmasından değildir. İnşallah daha çok söz söylenmeden ve çok zaman geçmeden, bu şefkatli ve şifa taşıyan ellerle, bu yaramızın sarıldığını görürüz.
O vakit hanımlarımız yetkinliklerini kanıtlamış olurlar ve böylece ulusumuzdan kazanacakları beğeninin pek çok fazlasını, hareketlerimizi kollayan yabancılardan ulusumuz için kazanmış olurlar; kendi yüreklerinin de en çok bu heyecanla çarptığına eminim. Onlardan her birinin, ulusal özlemlerimiz için birer iyiliksever ve başarılı ana olmasını candan ve yürekten dilerim.
* * *
Ümitlerimize güç katan öteki hayırlı eser, yeniden faaliyete başladığını şükran ve kıvançla gördüğümüz “Kürd Talebe Hevi Cemiyeti”dir. “Hêvî’, Büyük Savaşın** faaliyetlerinde yol açtığı dört buçuk-beş yıllık bir aradan sonra işe başlıyor.

Üç yıllık çalışmalarıyla Kürdlük dünyasında büyük ümitler ve güçlü güvenler uyandıran “Hêvî”, felâket saçan ve felâket toplayan bir hükümetin icad ettiği bir savaşta, dünya çapında değeri olan üyeler yitirdi. Dört buçuk yıl önce, ülkenin bütün genç bilekleri ile genç kafaları ateşe sürüklenmek için Harp Okulu Meydanında toplanılırken, “Hêvî”yi İstanbul’da yaşatan yüzlerce beyin de o meydanda, gafil ve hırslı bir militarizmin ağır zincirlerine boyun eğdiler. “Hêvî”, iki gencin kucağında Allah’a emanet kaldı. Bir gün oldu ki “Hêvî”, yarının ışıklı bir ümidi olarak ancak gönüllerde yaşadı.
Evet, “Hêvî”, Kürdlük için bir “ümit” idi. Yedi yıl önce tüm ağırbaşlılar, büyük adamlar hep birer köşede uyuklarken, herkes korkak ve çekingen, hekes her şeye “doğru” derken, “Hêvî” gençleri, “ümit”lerini, bugün dillerde yüksek yüksek söylenen ve ufak bir gayretle gerçek olacak olan olayları birbirlerinin kulağına üç yıl sürekli olarak fısıldadılar, dertleştiler.

“Hêvî” bir irade idi. Her yere felaket saçan ve her yerden felaket toplayan bir hükümet, O’nu da kendine bir araç durumuna getirmekten ya da hiç değilse sus payını vererek kendine minnettar kılabilmekten ümitsiz olunca, “Hêvî”dekileri bir bahane ile polis dairelerine sürükledi; seslerini tutukevlerinde boğdu. Suriye’de Araplar asılırken, İstanbul’da da “Hêvî”ciler kim bilir hangi akıbetlere uğratılmak için aranıyorlardı. Ne var ki savaş, İstanbul’da da ihtimal ki sehpalar kurmak ya da Anadolu’ya doğru sürgünler, bodrumlar hazırlamak zahmetine gereksinme bırakmadı.

Bugün “Hêvî” bayrağını yeniden çekenler arasında eski ağabeylerinden hemen hemen kimse yok gibidir. Demek ki “Hêvî”nin savaştan önce yarattığı kararlılık ruhu, süreklilik ruhu, değil ortadan kalkmış olmak, tersine güç ve yaygınlık kazanmıştır. “Hêvî”nin diriliş töreninde takdirlerini açıklayan saygıdeğer bir düşünürümüzün de pek doğru olarak dediği gibi, “gençlerimiz Doğu ruhundan, Doğu anlayışından tümüyle kurtulmuş olduklarını ve o ruhtan, o anlayıştan yüksek olduklarını gösterdiler. Onlar, Doğulular gibi kurulmuş bir eseri yıkmadılar; var olan bir temelin üzerinde bir bina yükselterek süreklilik, direnç ve irade özelliklerini gösterdiler”. Onların her gün, her dakika birbirlerine ve görevlerine sönmez bir sevgi ve fedakarlık ateşiyle bağlı olduklarını gördükçe, düşüncemde Kürdistan’ın parlak ve sağlam geleceği yükseliyor.

Dört buçuk-beş yıl***

Bu görevler, “Hêvî”nin bugünkü evlatlarına kalmış demektir. Yeter ki bu görevlerin büyüklüğü karşısında onlar ne kötümser, ne iyimser ve ne de ümitsiz olsunlar; yalnız gerçekleri görsünler ve bir de şu vazgeçilmez gerekliliği takdir etsinler:

Hayal ve ihtirastan uzak, gerçek ve olanak için çalışmak… Hayal ve ihtirasın kazandığı görülmemiştir. Gücünü gerçeklerden ve olanaklardan alan ümitlerdir ki, er-geç doğal olan kutsal doğuşları ile ruhlara dayanıklılık ve yücelme şevki verirler.

Hayal ve ihtirasın yoksunluk içinde kalarak çökmekle sonuçlanacak olan zehirli acılığını da hiç unutmamalı.

Benden o kurtarıcılara armağan olarak saygılar ve yüceltmeler.

26 Mayıs 1919

Kaynak:, JÎN, hejmar: 20, wergera M. Emîn BOZARSLAN