Kürdlerin çok zengin, köklü ve bir okadar da kadim sözlü anlatım geleneği vardır. Kah dengbej geleneği ile kah çîvanoklar anlatımları eşliğinde bu gelenek devam etmiştir. Ancak Kürdlerin genel anlamda arşiv tutma ve anlatımları matbu hale getirme alışkanlığı olmadığından, bu renkli kültüre has detaylar başka toplumların edebi hanelerine yazılmış, çarpıtılmış ve zamanla da yok olmaya mahkum kalmışlardır.

Baran Zeydanlıoğlu – 21 Mart 2021

Çocukluğum boyunca, ister Newroz zamanı olsun ister Paskalya veyahut Kızıl Çarşamba zamanı, yaşlı Bitlislilerin içlerini çekerek dile getirdikleri bir cümleye hep şahit olmuşumdur: “Ah ah! Bitlis’te de vardı oğul. Hepsi bilinir ve kutlanırdı”

Kimisi çocukluğunda birebir yaşadığı o görkemli kutlama anlarını aktarırdı, kimisi de uzaktan şahit olduğu ya da duyduklarını anlatırdı. Hazırlıkların nasıl aylar öncesinden yapıldığını, kadın erkek çocuk herkesin nasıl bir telaş ve heyecan içerisinde, binlerce yıllık o ritüelleri nasıl kollektif bir şekilde yerine getirdiklerini paylaşırlardı. Anlatımlarda dikkatimi çeken en önemli hususun, şehrin iki ana toplumu olan Müslüman Kürdler ve Hristiyan Ermenilerin bu şenlik ve kutlamalarda ortak hareket ettikleriydi. Zira bu ritüeller hem Hristiyanlık hem de İslamiyet öncesinden, yani pagan inancının olduğu dönemlerden kalmaydı. Tabiki hem Hristiyanlığın Milattan Sonra 300’lerde buralara gelmesiyle hem de İslamiyet’in 640’larda gelmesiyle birçok şey etkilenmişti. Ancak yine de bazı şeyler olduğu gibi herkes tarafından coşku içinde hep kutlanılmıştı. Ta 1970 – 80’lere kadar. Çünkü şehirlilerin göç etmesiyle kadim bir kültür de ne yazık ki göçmüş ve avuçlardaki kumun parmakların arasından akması gibi zamanla yok olmuştur.

Bitlis’e gelmiş Osmanlı memurları ve batılı yabancı misyonerler ile seyyahlar, tarihte hem Ermeniler hem de Kürdler için çok önemli bir konuma sahip bu kadim şehrin kendine has olan özelliklerine dikkat çekmişlerdir. Kimisi mimarisine, kimisi çarşısındaki ahalisinin şatafatlı kıyafetlerine, kimisi de vilayetin ahalisinin etnografik zenginliğine dikkat çekmiştir. Bu zenginlik 1900’lerin başına kadar da var olmuştur. En basitinden o tarihlere kadar vilayette konuşulan dilleri sayarsak, bir nebze de olsa o kültürel zenginliği tahmin edebiliriz.

Kürdçe, Ermenice, Süryanice, Osmanlıca/Türkçe ile birlikte, misyoner okullarında Fransızca ve İngilizce konuşulmaktaydı.

Bu zenginlik ve harmoni, şehrin ahalisinin ortak etkinliklerine de yansımaktaydı ki, kutsal topraklardan dönen hacıları herkes karşılardı. Mesela 1838 yılında Bitlis’i ziyaret eden Amerikalı misyoner rahip Southgate şöyle yazar:

Sokaklar kadınlı erkekli kalabalıklarla doluydu. Bizler kalabalığın bizim şehirden ayrılmamızla alakalı bir şey olduğunu düşünürken, öğrendik ki Mekke’den gelen hacıların şehre girişleri haber alındığından, ahali onları karşılamak için yerlerini alıyor ve toplanıyormuş. Batıda böyle bir karşılama olsa herkes ayakta ve hareket halinde yol kenarına sıralanırken, burada herkes yol boyunca oturmuş, ya birbirileri ile konuşuyor ya da tütün içiyorlardı. Türkiye şehirlerindeki Hristiyanların böyle bir karşılamada yer almadıkları gibi, genellikle o şehirlerdeki Müslümanlar büyük bir heves ve merak ile bu tür karşılamalarda yer alırlar. Ancak Bitlis’te durum çok farklı. Çünkü Müslümanlar kadar hemen hemen şehrin tüm Hristiyanları da ilgi ve merak ile hacıları karşılamak için yerlerini almış bekliyorlar. Bu durum benim burada gözlemlediğim gibi, Bitlis’in bu iki toplumunun birbirileri ile ne kadar yakın ve samimi olduklarının bir ispatı idi

Bitlis’in Hristiyan Ermenileri ve Süryanilerinin dini kutsal günlerinde Müslüman komşuları da onlara yardımcı olur, yemekler gelir gider ve hatta yumurtalar birlikte boyanırdı. Mesela Paskalya döneminde bu yumurtalar birlikte kaynattıkları soğan kabukları ile renklendirilirdi. Kürdler de bu haftaya Zadik derlerdi. Yezidi Kürdleri de diğer Müslüman Kürdler ve Hristiyan komşuları ile dini günlerde ortak hazırlıklar yapar dayanışmada bulunurlardı.

Mezhepsel ve kültürel çakışma veyahut üstünlük gösterisi yok muydu? Tabiki vardı.

Örneğin Şubat ayında ateşler yakılarak ortak kutlanılan bir şenlik vardı ki ona Têrintêz, yani Xetıre (xitêre – Kürdçe meşale) denirdi. Çok çok eski olan bu ritüel, İslamiyet ve Hristiyanlık öncesine ait bir etkinlik olup, Bitlisli hem Ermeni hem de Kürdler tarafından Kürdçe dillendirilen bir de tekerleme ile kutlanılırdı.

“Têrintêz, têrintêz

Yan bike rêz yan bike xêz”

(Ya sıraya koy/düzenle ya da üzerine çizgi çiz).

Aynı şekilde bir de Türkçe olarak dile getirilen bir tekerleme vardı ki, bu tekerlemenin ne zaman söylenilmeye başlanıldığı bilinmemekle beraber, 1900’lerden önce de var olduğu yaşlılarımız tarafından belirtilirdi. Türkçe olan bu tekerleme ta 1970 – 80’lere kadar da Bitlis’te vardı:

“Xetıre, Xetıre

Allah gavurleri batıre, İslamleri artıre”

Damlarda, tepelerde ve sokaklarda meşaleler ile ateşler yakılarak her sene şubat ayının 13’ünde kutlanılan bir şenlik idi Têrintêz, yani Xetıre.

Sonbaharda satın alınan kışlık odunlar arasındaki meşeden olan özel veşi odunu bu şenliklerde kullanılırdı. Karın altında uzun süre bekletilmiş olan bu odunu, babalar ve ailenin büyükleri, çocukların hatırı için aylar öncesinden demirciye götürüp, örsün üzerinde o odunu zomp ile dövdürürlerdi. Yüzlerce darbeden sonra o odun kendi içinde lif lif haline getirilirdi. Daha sonra bir külhana veya bir fırına veyahut da bir demirciye götürülür, onların ocak veya fırınlarının yanına konularak kuruması için şubat ayına kadar bekletilirdi. Şubat ayı geldiğinde kibrit gibi olan bu ağaçlar aynı ayın 13’ündeki o kadim Têrintêz, yani Xetıre şenliğinde meşale olarak kullanılırdı. Gazyağına batırılmış bu meşaleler, kadın erkek, genç yaşlı çocuk herkesin elinde tüm damlarda ve tepelerde gecenin karanlığını aydınlatırdı. Defler, davullar ve zurnalar eşliğinde söylenen şarkılar ve tutulan govendler ile tüm Bitlis ahalisi eğlenirdi. Şehrin Hristiyan Ermenileri bu şenliği Hz. İsa’ya atfederken, Müslümanları ise bu kutlamanın Hristiyanlık öncesinden kalma bir gelenek olduğunu dile getirerek hep kutlamışlardır.

Veşi odununu satın alamayan Bitlisliler ise, şehre has süpürgeleri sonbahardan saklayıp şubat ayındaki bu şenlik için yakarlardı. Başka bir ateş yakma yöntemi olarak da ocaklardaki külleri damlara ve tepelere küme küme yığıp, üzerlerine gazyağı dökerek yakmak ile gerçekleşirdi. Gelin alayı dahi akşamları meşaleler eşliğinde yeni evine getirilir ve yeni ailesi ve komşuları da o gelini damlarda ellerinde meşaleler ile karşılarlardı. Zira ateş olmazsa olmazdı. Hem ateş ve hem de güneşe olan derin saygı binlerce senelik bir ritüeldir Kürdlerde.

Öyle ki, kendi ocağını yakmak için komşudan alınan ateşin değeri ve anlamı çok ama çoktu. O ateş kesinlikle yere düşmemeli, büyük saygı ve itina ile ona yaklaşılmalıydı. Bir ekmek ve su kadar hürmete layıktı ki, zaten binlerce yıllık ateşgahların tarih boyunca var olması da bunun bir ispatıdır. Ateşgahlar Zerdüşt inancının kutsal mabetleriydiler.

Ateşgah

Aynı şekilde güneşe olan saygı ve atfedilen kutsallık da öyleydi. Gerek yapılarda gerek mezar taşlarında gerekse dövmelerde olsun, Kürdlerin kadim tarihinde güneşin kutsallığı her zaman ön plana çıkmıştır.

Kıymetli babam Veysi Zeydanlıoğlu’nun engin bilgisi, tecrübesi ve birikiminden faydalanarak kaleme aldığım bu yazıda, babam kendi çocukluğunda yaşadıklarını da benimle paylaştı. Güneşin kutsallığına dair de birçok örnek verdi. Doğup büyüdüğü Bitlis’teki Zeydan Mahallesi’nde sabahları herkesin yüzünü güneşe çevirdiğini ve kesinlikle güneşe karşı çöpün atılmadığını da söyledi. Bu arada güneşe karşı işemenin de çok büyük saygısızlık olduğunu biz çocukken de bilirdik.

Çok eski bir geçmişe sahip olduğu belirtilen başka bir kutlama da Zîp’tir.

“Şeytan’ın kızının baba evine bir haftalığına gelmesi” olarak da dillendirilirdi Bitlis’te.

Şubat ayının son çarşambası kutlanan çok kadim bir şenlikti Zîp. Yemekler yapılırdı, tatlılar hazırlanırdı, temiz kıyafetler giyilirdi ve evin erkek evladı veya onları temsil eden kişi, gelin gitmiş evin kızını gittiği yeni evinden alıp onu babası evine getirirdi. Tam bir hafta sonra, yani ertesi Çarşamba, o kızın kocasının evinden birisi gelir ve o gelini tekrardan alıp gelin gittiği yeni evine geriye götürürdü. O gün de aynı şekilde şenlikler, yemekler, sohbetler, eğlence ve güzellikler organize edilirdi.

Mart’ın 20’sini – 21’ine bağlayan Newroz gecesi de Bitlis’te kutlanırdı. Kürdçede yeni gün anlamına gelir Newroz ki, İrani (Aryan) toplumlara has çok eski bir gelenek olmakla beraber, zamanla başka halkların kültürüne de yansımıştır. Newroz veyahut diğer bir ismi ile Nouruz olarak bilinir. Yeni bir dönem yeni bir mevsimin başlangıcına atıfta bulunulur bu kutlamalarla. Bu önemli tarihin kutlanması da yine ateşler, meşaleler, defler, davullar, zurnalar ve eğlenceler ile yapılırdı. Damlar ve tepeler ateş ve duman şölenine dönerdi. Sultanê Newroz diye adlandırılırdı o gün. Baharın karşılanmasına istinaden düzenlenen bir şenlik olarak bilinir ve karşılamada herkes yer alırdı.

Artık günümüzde pek bilinmeyen ve hatta hiç gündeme dahi gelmeyen bir bayram daha vardı Bitlis’te. O da Ayd-i Kurdî, nam-ı diğer Cejna Kurdî’dir. Yani Kürd Bayramı.

Her yıl ağustos ayının son günü, yani 31 Ağustos gecesi kutlanırdı bu Kürd Bayramı. Zalim Dehak’a karşı Demirci Kawa’nın zaferine istinaden kutlanılan gün, bilinen 21 Mart’ın aksine aslında 31 Ağustos’du. Bu kutlamada da ana obje damlarda, tepelerde ve köprü üzerlerinde yakılan ateşlerdi. Zılgıtlar ve davullar eşliğinde söylenen şarkılar tutulan govendler ile kutlanılırdı Ayd-i Kurdî. Bir bayram havasında geçen bu kutlamalarda insanlar biribirlerini ziyaret eder, yemekler tatlılar ve ziyafetler ile bu çok eski ritüeli yerine getirirlerdi.

Ayd-i Kurdî’den bahsedenler arasında Ararat Kartalı olarak da bilinen ve Xoybun Cemiyeti tarafından Ağrı Hareketi’ne lider olarak atanmış olan Bitlisli İhsan Nuri Paşa (1893–1976) da vardır. “Kürtlerin Kökeni” adlı kitabında o özel güne ve kutlamalara değinir. Yabancı seyyahlardan ve diplomatlardan J. Morier de Ayd-i Kurdî’den bahseder. J. Morier, 1800’lerin başlarında görev yaptığı İran’da karşılaşır Kürdlerin Ayd-i Kurdî kutlamalarıyla.

Geçtiğimiz yüzyıl başlarında vuku bulan I. Dünya Savaşı, kıtlık, sefalet, çarpışmalar, katliamlar, sürgünler ve isyanlar, şehirlerin demografik yapısını kökünden değiştirdiği gibi, beraberlerinde kadim bir kültür birikimini de alıp götürmüştür. Bütün bunlardan haliyle Bitlis de payını almıştır. 1925’te uygulanmaya başlayan Şark Islahat Planı Kararları ve Kılık Kıyafet Kanunu, ardından Soyadı Kanunu ve onlarca diğer uygulama ister istemez Bitlis’in ve Bitlislilerin de köklü gelenek görenek ve ritüellerini temelden sarsmıştır.

Senede bir kere de olsa, bazı tarihi özel günleri anmak, onların ardındaki hikayeleri, içerdikleri ritüelleri ve dayandıkları efsaneleri öğrenmek güzeldir. Merak etmek, sorgulamak ve yitip giden kültür mirasını bir nebze de olsa araştırıp bilmek iyidir. Tarihini bilmek ve kültür mirasına sahip çıkmak ise, bir bilinç ve vicdan meselesidir.

Bir zamanlar Bitlis’te ateşler eşliğinde Xetıre, Têrintêz ve Ayd-i Kurdî kutlanırdı.

Baran Zeydanlıoğlu

Bitlisname kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.