Tarihine ve kültürüne değer vermeyen toplumların hallerini düşündüm.

‘Bitlis’in sembolü kalesidir’ başlıklı bir yazıma ‘Şu fani dünyada bir harabenin bana ne faydası olabilir ki?’ diye akıllara ziyan, trajik bir yorum yapmıştı Bitlisli bir genç. Tarihi mirastan, daha doğrusu geçmiş ve öz kimlikten bihaber olmanın, vurdum duymazlığın ve talancı bir zihniyetin zehirlenmesine maruz kalmışlığın dışavurumuydu o Bitlisli gencin düşüncesi. Dedeleri ve atalarının gerçek tarihini bilmemesinin ispatıydı onun bu yorumu aslında. Dayatılmış, inkar edilmiş ve çarpıtılmış bir ‘Bitlis tarihi’ ile ortaya çıkartılmış, daha doğrusu yok edilmiş bir Bitlisliliğin somut bir tipolojisiydi bu Bitlisli genç.

Her bir milletin onları millet yapan kültürel değerleri vardır. Bu da tabii ki o değerlerin korunması, doğru aktarılması ve bir sonraki nesillere özü ile taşınmasıyla alakalıdır. Bunun gerçekleşmesi de kültürel mirasa saygı, tarihsel bilinç, geçmişine duyarlılık ve her şeyden önce kimlik bilincinin olmasıyla alakalıdır.

Baran Zeydanlıoğlu, 14 Ekim 2018

Bir iş seyahati dolayısıyla gitmiş olduğum Çin’in Beijing (Pekin) şehrindeki kısa bir turdan sonra, dünya harikaları arasında da bulunan ve Beijing’in yaklaşık 80 km dışından geçen, Çin Seddi’ni görme imkanım da oldu.

Turizm sektöründe çalışırken, Mısır Luxor’daki Karnak Tapınağı’nı da görünce aynı duyguyu yaşamıştım. Bu devasa, muhteşem ve olağanüstü yapılar karşısında, insanın kendisini küçücük hissetmesi duygusu. Büyük şaşkınlık, hayranlık ve gıpta ile bu mimari ve sanatsal şaheserleri dakikalarca ve hatta saatlerce öylesine durup izlemek. Bakmak ve görmek.

Milattan Önce 200’lerde savunma amacıyla yapımına başlanılan Çin Seddi, 1600’lere kadar ülkenin değişik yerlerinde, boydan boya, bir ucu okyanusa ulaşan, sekiz ayrı ‘duvar-kale-sur’ olarak inşa edilmiş aslında. Döneminin her bir Çin imparatoru tarafından yüzyıllarca sürmüş olan inşası sırasında, yaklaşık yedi milyon Çinli işçinin hayatını kaybettiği varsayılmakta. Bu yapıların üzerinde 40 000’in üzerinde gözetleme kale/kulelerinin olduğunu ve toplam uzunluklarının da 21 000 kilometreden fazla olduğunu belirttikten sonra konumuza dönelim. Yani kültürel değere saygı, millet olmak ve BİLİNÇ.

Beijing şehrinin yakınında bulunan Çin Seddi’nin restore edilen ve 3 ayrı giriş kapısı olan bölümünü, yılda 10 MİLYON turist ziyaret etmekte. Evet ON MİLYON turist, kişi başı yaklaşık 40 Euro ödeyerek bu ASLINA UYGUN OLARAK restore edilmiş bir kaç kilometrelik bölümü görmek için dünyanın her bir köşesinden Çin’e gelmekte. Çevrenin estetiğini bozmadan inşa edilmiş kapalı ve açık otoparkların turistleri karşıladığı ana giriş bölgesinde, yüzlerce tertemiz otobüsler biletlerini alan turistleri  bir kaç yüz metre uzaklıktaki teleferik merkezine götürüyor. Her yaştaki ve durumdaki turistin TÜM İHTİYAÇLARI DÜŞÜNÜLMÜŞ şekilde inşa edilen kısa bir yokuş güzergahından sonra, onlarca kabinden oluşan teleferikler birer birer kalkarak turisleri Çin Seddi’nin ana giriş kulesinin bulunduğu noktaya çıkartıyor.

Teleferik merkezine yürürken seddin inşaatında kullanılan taşların özelliklerini ve çevrenin jeolojisini anlatan bir de çok modern bir ‘Çin Taş Müzesi’ binasının olduğunu belirteyim.

Teleferik tepeye yaklaştıkça, dağların zirvelerinde konumlanmış seddin gözetleme kuleleri/kaleleri hemen göze çarparken, nefesler tutulmuş bir şekilde seddin ana giriş noktasına varıyorsunuz. İşte o noktada sağlı sollu kilometrelerce uzanan dünyaca ünlü bu tarihi yapı sizleri izlediğiniz tarihi film ve belgesellere götürüyor. Dalıyorsunuz fantastik bir hayal dünyasına.

Şaşkınlık ve büyük bir hayranlık ile izliyorsunuz, 21 000 kilometrelik Çin Seddi’nin bu çok kısa restore edilmiş kısmını.

Dakikalarca bu tarihi yapıyı izleyip, üzerinde yüzlerce metre yürüyerek incelediğim gözetleme kaleleri ve kulelerinden sonra, dinlenmek için bir kulenin burcundan karşı dağın zirvesindeki başka bir kaleye odaklanarak, Bitlis’i ve Bitlis Kalesi’ni dinledim gözlerim kapalı.

Çin Seddi’nden çok daha eski bir tarihe ve bir o kadar da zengin bir geçmişe sahip olan Bitlis Kalesi’ni ve daha doğrusu içinde bulunduğu o içler acısı durumunu düşündüm. Yüzümde hafif bir tebessüm gözlerimde bir yaş ile. Kalenin nasıl kolunun kanadının kırıldığını, bilinçli olarak yüzyıllardır talan edildiğini, yakılıp, yıkılıp, yağmalanıp bilinçli bir şekilde nasıl özünden çıkartılıp, uydurma bir tarih söylemi ile hiçleştirildiğini düşündüm. O kale ki Bitlis’in kendisi olan. O kale ki 1000 sene boyunca Kürd hükümdarlarına ev sahipliği yapmış, onlarca destana imza atmış Bitlislilerin atalarının mekanı. O kale ki, bugünkü Çin sınırları içinden çıkmış, Orta Asya kökenli boyların defalarca saldırı, yıkım, yağma ve talanına maruz kalmış, ancak hiç bir zaman diz çökmemiş bir şehrin omurgası olan efsane yapı.

Moğol ve Çin hanlarının varlığından haberdar oldukları ve ele geçirmek için defalarca saldırdıkları ulu kale. İlerideki bir çalışmam da tüm detaylarıyla çevireceğim, Timuçin’in (Cengiz Han) Tuğrul’u yanına çağırarak, Bitlis hakkında Tuğrul’a söyledikleri şu cümleleri aklıma geldi:

‘Kürdistan Dağları içerisinde Betlis adlı bir ülke var. Kendilerine karşı yapılan tüm saldırıları püskürttükleri ile gurur duyan bir ülke. Bugüne kadar da hiç bir yabancı egemenliğe boyun eğmeyip kafa tutan bir ülke. Onların bu şekilde böbürlenmeleri benim gururuma dokunduğundan, ben Karakaçay’a doğru ilerlerken, sen de ordularını hazırlayıp, Bitlis’i ele geçir ve onların kralının bana itaat etmesini sağla.’

Evet. Şuan ziyarete kapalı olunan ve Bitlis Kürd Beylerinin 1840’lara kadar kaledeki darphanede kendi adlarına para bastırdıkları Bitlis Kalesi’nden bahsediyor imparator Timuçin.

Evliya Çelebi’nin 1655 Temmuz’unda Osmanlı’nın Bitlis Kalesi’ne saldırısını anlatmasını hatırladım. Bitlis Rojkanlı hükümdar Kürd Abdal Han’ı ortadan kaldırmak için, Van valisi Melek Ahmed Paşa liderliğindeki binlerce Osmanlı askerinin, nasıl Bitlis Kalesi’ne topları ve kılıçlarıyla dayandıklarını ve Bitlis ahalisinin: ‘‘Bitlis Kalesi’nin Osmanlı ile ne alakası ola. Bu kale Osmanlı kalesi olsa içinde Osmanlı kulu olurdu. Biz Osmanoğlu’nun kulu değil, Bitlis hükümdarı Abdal Han’ın kullarıyız ve kalenin anahtarını da Paşa’ya teslim etmeyiz’ şeklindeki cevaplarını düşündüm.

Çelebi’nin Bitlis şehri ve kalesine olan hayranlığı nasıl aktardığını düşündüm: ’Evvela bu yüksek kale Dehdivan Dağı ile Avih Dağı arasında bir geniş taşlık öz içinde Avih Deresi solunda ve İskender deresi sağında bu iki tatlı nehrin bir araya geldiği yerde göklere doğru baş uzatmış bir yalçın kaya üzerinde şeddadi yapı gibi yontma taş ile yapılmış sağlam bir kaledir ki her katı taşı mengerûs fili cüssesi kadardır. Bu kalenin yapıldığı yalçın yüksek tepe iki nehir arasında sanki ada gibi vâki olmuştur. Ama gayet yüksek kayalardır ki kalenin kapısına 600 adımda ulaşılır, sarp yolu vardır.

Tamamı 670 adet kale bedenleridir. Bütün duvarları köşe köşe çıkıp her dirsek kulelei birbirlerini gözler ve her kule üzerinde gözetleme evleri vardır. Her tarafı göklere baş çekmiş cilalı sarp yalçın kayalardır. Kalenin büyüklüğü 4 bin adımdır. Bütün duvarlarının boyu seksener arşındır ve on arşın derinliği olan sağlam surlardır. Kale içinde 300 hane vardır. Kat kat Acem ve Rum tarzı güzel odalar ve hoş sofalar vardır, ki her birinin anlatılmasında insanoğlu acizdir’.

Kaç Bitlislinin kalenin önünden geçerken, orada asılı olan bu levhada yazılanları sorguladığını düşündüm. Bitlis Kalesini gerçekten kimlerin yaptığını merak edip, orada yazılı olan ‘Osmanlı dönemi’ ibaresinin ne kadar gerçeği yansıttığını hiç merak ettiler mi diye düşündüm. Levhadaki ‘bölgenin idari merkezi’ tanımlamasında ‘bölge’ derken niye isminin yazılmadığını hiç merak ettiler mi diye düşündüm. Kalede varolduğu belirtilen han, hamam, bedesten cami, çarşı vesairenin ahalisinin ve hükümdarlarının gerçekte kimler olduğunu hiç umursarlar mı diye düşündüm. Bu kaledeki ‘kazı çalışmaları’ sonrası çıkarılanların nerede olduğunu, eğer sergileniyorlarsa gerçek parametre, tarih ve tanımlarla mı sergileniyorlar diye hiç araştırdılar mı diye düşündüm. Bitlisliler şehirlerinde bir kalenin varlığından haberdarlar mı diye düşündüm. Bakmak ve görmek!

Vicdanlı, bilinçli ve hümanist bir toplumda, aslına uygun olarak restore edilip, müzeleştirilerek GERÇEK TARİHİ ile özelde Bitlislilere, genelde tüm insanlığa bir kültür mirası olarak sunulması gerekirdi aslında Bitlis Kalesi. Ancak şuan virane bir durumda ve aslından çok uzak bir tarzda kısmen ‘restore edilmiş’ Bitlis Kalesi’ni hatırladım. Çevresinin içinde olduğu çarpık yapılaşma, kirlilik içerisinde akan dereleri ve çaylarını düşündüm.

1660’larda Bitlis’i ve o zamanki Kürd hükümdarını ziyaret eden Fransız seyyah Tavernier’in kale hakkında yazıklarını düşündüm: ‘Tepenin yukarısında ise büyük bir düzlük mevcut ve kale de bu düzlükte çok sağlam yapılmış. Kaleye girişler ise iner-kalkar üç köprü ile mümkün. Kaleye girildikten sonra iki büyük avludan geçilip, Bey’in odalarının karşısına açılan daha küçük bir avluya geliniyor’. Artık asfaltın betonun ve kirliliklerin altında kaybolmuş, kale çevresinde yani şehir içinde tarih boyunca varolmuş tek kemerli taş köprüleri düşündüm.

Acaba senede kaç kişi Bitlis Kalesi’ni ziyarete gelirdi, o da bu Çin Seddi’nin restore edildiği gibi, korunduğu ve pazarlandığı gibi ahalinin ziyaretine açılsaydı diye düşündüm.

Daha sonra aklıma, Bitlis Kalesi için gerçeklerden uzak, uydurma ve salt inkara dayalı bir söylem ile tarih anlatan isimlerinin önlerinde; ‘profesör’ ‘araştırmacı’, ‘akademisyen’, ‘yazar’ ve ‘gazeteci’ olan koca koca insanlar geldi.

Sivil toplum örgütleri ve ‘Bitlis sevdalıları’ diye gezinenleri düşündüm.

Tarihine ve kültürüne değer vermeyen toplumların hallerini düşündüm. ‘Şu fani dünyada bir harabenin bana ne faydası olabilir ki?’ diyen o Bitlisli genci düşündüm. Bitlislilerin, kadim Bitlis’in  ve kalesinin içine düşürüldükleri durumu düşündüm.

Çin Seddi’nde Bitlis Kalesi’ni dinledim. Gözlerim kapalı.

Baran Zeydanlıoğlu, 14 Ekim 2018

Bitlisname.com kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.