Bitlisli Kemal Fevzî, “Jin”Dergisi’nin (1918-1919) 22-23-24. sayılarında “Altın Kaküllü Çocuk” adlı ilginç bir hikayeyi “Kürt Masalları” önsözüyle yayınlar. Aslında bir efsane olan bu hikayeyi Kemal Fevzî, Kürtler içinden, kürtçe olarak derlemiş, ve bu hikayeyi türkçeye çevirerek yeniden yazmıştır.

Kemal Fevzî’nin “Kürt Masalları” adlı üç sayfalık önsözünde, mitoloji ve efsanelerin milletlerin oluşumu için taşıdıkları önem üzerinde durmuş ve Kürtler ile diğer ulusların mitolojileri arasında mukayese yapmıştır.

Fevzi; “Yunanlılarda titanlar ne ise, Kürt masallarındaki yedi başlı devler de odur”, görüşündedir.

Ayrıca, Kemal Fevzî’ni, “Kürt masalları” ve onların orjinal bir şekilde toplanıp yayınlanmasıyla, Ziya Gökalp’ı hedef alarak, açıktan; “Diyarbekir’ın güzel Kürt efsanelerini “Dede Korkut” masallarına uydurarak değiştiren nankör bir Diyarbekirli’nin de insafsızlığı meydana çıkacaktır.”, diyor. Bu nedenle, Kürt masal ve efsanelerini toplayıp “Jin”de yayınlamaya devam edeceğini ve bunları “mitoloji bilim adamlarının” insaflarına bırakacağını belirtmiştir.

Yaşar Abdülselamoğlu

KÜRT MASALLARI

KEMAL FEVZİ

Her ulusun başlı başına bir tarihi olmakla birlikte, tarihin görünen sınırlarından uzak, tarihöncesi uzak dönemlerdeki olaylara ait, bir düş perdesine bürünerek masal biçiminde aktarılıp anlatılan efsaneler de vardır. Bu efsaneler, derin ve köklü bir bilimsel araştırma ile ve birbirlerine zincirleme bağlanarak araştırılacak olursa, bunlarla, kesin olarak, yine o ulusun kuşku ve karanlık perdesi altında gizlenen birtakım ilkel tarihsel gerçeklerine ulaşma olanağı sağlanmış olur. Bugüne kadar hiç bir ulusun ilkel durumlarının bilimsel yöntemlere uygun olarak ve belli bir biçimde keşfedildiği iddia edilemez. Tarih, bugünkü durumu ve biçimiyle, herhangi bir ulusun ilkel durumunu göstermekte güç yetmezliğini ortaya koyar; özellikle gerçek belgelere ve inandırıcı kanıtlara gereksinme gösterdikten sonra… Bundan başka, tarihsel olayların hemen hemen çoğunluğu, salt gerçekleri yansıtamazlar. Bir vakanüvisin kişisel ve sübjektif gözlemlerinde ve özel düşüncelerinde, bir tarihçinin kişisel incelemelerinde ve varsayımlara dayanan yargılarında bir salt gerçek vardır demek, adeta gerçeklerin çokluğunu kabul etmek demektir. Çünkü değişik görüşlerin başka başka temellere dayandıkları ya da aynı temellerden çıkıp çeşitli dallara ayrıldıkları ortadadır. Bir düşüncenin ya da tarihsel bir olayın çevresinde toplanan söylentilerin de aynen gerçek olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Tekniğin oran kabul etmez dönüşümleri, tarih olaylarını adeta bir oyuncak durumuna getirdi. Dün tarihsel bir gerçek olarak anlaşılan şeylerin bugün değişikliğe uğradığını, yarın büsbütün başka bir biçimde ortaya çıkarak eski durumundan ayrılacağını, yani birçok geçmiş tarihsel gerçeğin adeta geleceğin birer efsanesi biçimine gireceğini görmemek ve tahmin etmemek olanaksızdır. Tekniğin kanıtlanmış yöntemleri, bize bu kanıyı pek açık bir biçimde veriyor ve gösteriyor. Gerçek tarih bilginlerine ve bu arada Kizo, Tyer, Saint Simon, Fostel de Qolanj gibi büyük tarih bilginlerine ve tarih düşünürlerine göre tarih, söylentileri ve alıntıları olduğu gibi saptamakla kalmıyor; olayların birbirini izlemesinin ilk nedenlerini ortaya çıkarıp incelerneyi esas alıyor. Yani tarih, bir ulusun yaşamını geçirirken uğraya geldiği olayların, o ulusun düşüş ve gelişme ölçüsünün, uluslararası ilişkilerdeki değer ve öneminin, ulusal ögelerinin, sosyal yapısının, çevre koşullarının gereklerine uyum sağlama yeteneğinin ve benzeri durumlarının ilk nedenlerini ve felsefi etmenlerini esas alıyor. Kuşkusuz ancak bu şekildedir ki, tarih denilen ezelli bir dipsiz denizden yarar elde etmek mümkün olacaktır.

Tarihin kardeşleri ve yoldaşları olan bilimlerin de hizmetteki eksiklikleri ortadadır. Arkeoloji henüz yavru durumundadır. Anıtlar ise, çok kez, karanlık bir komutanın, gerçekten biraz sapan ya da pek yanlış bir biçimde, zulmünün özetini torunlara anı olarak bırakıyor. Yazılı eserlerin toplamı da her zaman bilimsel bir bütünlük sağlayamamıştır. Oysa bilim birliği emreder.

Tarihin yaşlı bir anası sayılan coğrafyaya gelince; ne yazık ki o da tarihe yardım etmek konusunda pek cimri davranmıştır. Henüz tecrübesiz bir çocuk olan tarih, ne zaman, uzun yüzyıllar süren uygarlığın gelecekteki geniş yolunda hayli mesafe alarak, birçok bilim fedailerini kurban verdikten sonra, ulusların ilkel durumlarını kesin ve salt bir gerçek biçiminde torunlara aktarırsa, o zaman, bugünkü ocakbaşı eğlenceleri niteliğinde olan tatlı efsanelerden hemen birçoğunun da birtakım ilkel gerçekleri içerdikleri anlaşılacaktır.

*

Efsaneler, tarih gibi tümüyle bir özellik göstermezler. Çeşitli ulusların dillerinde, sosyal durumlarında ve sosyal geleneklerinde olduğu gibi, masallarında da birbirlerine benzeyen birtakım benzer noktaların izleri görülür. Bu da, insanların aynı kökenden doğup değişik kollara ayrıldıklarını gösterir. Bu nedenle, hiç bir efsane yoktur ki melez bir durumda olmasın. Arap efsanelerinin birçoğu Acem efsanelerinden esinlenilmiş olduğu gibi, bugünkü Arap edebiyatında yüksek mevziler oluşturan eski Yunan efsaneleri de Doğu’nun birçok boşinanlarını içermektedirler. Zaten Doğulu olan Yunan boşinanlarındaki Titanlar ne ise, Kürd’ün masallarındaki Yedibaşlı Devler de hemen odur. İddia edebiliriz ki Kürd boşinanları, büsbütün Doğulu olmaları nedeniyle öbürlerinden daha eskidir, ve kuşkusuz ki hiç birinden esinlenilmiş değildir; aralarında bir çeşit benzerlik bulunabilir. Kürd’ün de ilkel dönemlerinde tanıdığı, inandığı şeyler yok değildir. Elbette O’nun da “Kea”sı, “Rea”sı, “Hira”sı, “Apollon”u, “Minrev”i, “Zeus”u vb. vardır. Ne var ki önemli olan, bunları Kürd’ün boşinanlarından çıkarıp bilimin gözleri önüne koymaktır.

Her şeyi gibi, çaresiz ulusun o güzel, o tatlı efsaneleri de unutulmuşluk külü altında kalmıştır. Ben işittiklerimi, kendimden hiç bir şey eklemeksizin, olduğu gibi aktarıyorum. Değişik zamanlarda ve değişik yerlerde bu efsanlerin biçimden biçime girdikleri uzak bir ihtimal değildir. Aynı masal, başka bir Kürd yöresinde başka bir biçimde anlatılabilir. Esas bir olduktan sonra ayrıntılarda sakınca yoktur.

Okuyucularım emin olsunlar ki bu efsaneleri Kürd’ün viran köylerinde tandır başlarında yaşlı Kürd kadınlarından tatlı tatlı dinleyerek bugünkü Türkçeye gayet açık ve anlaşılır bir dille yazdım. Bu konuda uzaktan yakından bana yardıma koşanlara Kürdlük adına teşekkür etmeyi bir görev sayarım. Bize karşı olanların birçoğu, boşinanlarımızın olmadığını, var olanların da İslam dininden sonra oluştuklarını iddia etmektedirler. Dini adeta ulusal bir biçimde kabul eden Kürd, nasıl oluyor da boşinanlarını dinsel bir nitelikte ve ulusal olmayan bir nitelikte ortaya koyuyor! Bunun üzerinde gerçekten düşünülmesi gerekir. Kürd boşinanlarını bildiğim, toplayabildiğim kadar “Jin”in saygıdeğer sayfalarına ve mitoloji bilginlerinin gözleri önüne serip insaf ve incelemelerine sunacağım. Ola ki bu yazılarda, Diyarbekir’in güzel Kürd efsanelerini “Dede Korkut” masallarına uydurarak değiştiren nankör bir Diyarbekirlinin de insafsızlığı meydana çıkacaktır.

KÜRD EFSANELERİNDEN ALTIN KAKÜLLÜ ÇOCUK

Yaşlı padişah, altın şamdanlı, karyolalı sarayının zümrüt çiçeklerle bezenen bahçesinde üzgün ve kararsız bir durumda dolaşıyordu. Ağır ve üzüntülü düşüncelerinin verdiği bir bezginlikle, güzel kokuların saçıldığı gölgeler altında titreyen duru bir havuzun kenarına oturdu ve yorgun başını titrek avuçları arasına aldı. Derin bakışları, uzak, hayali bir ufkun sarayına doğru süzülüyordu. Ansızın bahçe kapısı vuruldu. Kapıcı,

-Padişahım, bir derviş! dedi.

-Gelsin, diye emir verildi. Ak sakallı, kıvırcık saçlı, geniş omuzları ve uzun boyu ile bir hayali andıran derviş içeri girdi ve esrarlı bir bakışla padişaha doğru yaklaştı. Daha “otur” emrini almadan,

-Padişahım, niçin böyle düşünüyorsun? sorusunu ortaya attı. Dervişin bakışları altında ürperen padişah, elinde olmadan işi Tanrı’nın buyruğuna bıraktığını gösteren bir tavırla, düşüncesinin nedenini şöyle anlattı:

-Baba, görüyorsun ya! Demir kapılarında gürbüz, boylu poslu mızraklıların beklediği bu elmas sarayın, kenarında neylerin çalındığı, kızların rakseettiği, billur kadehlerle gülrengi içkilerin sunulduğu bu gümüş fıskıyeli duru havuzun, her dalında başka bir kuşun öttüğü bu zümrüt bahçenin ben öldükten sonra kimlere kalacağını düşünüyorum. Ecelin bana ne kadar müsaade edeceğini kestirebilir misin! Mezar ile aramızda hemen ölçülebilecek ne kadar bir mesafe kalmıştır! Ölümün siyah elleri beni sonsuzluğa çağırdığı gün, bu taç ve tahtın bir tek çocuğuma olsun kalacağını bilseydim, dünyaya yanık bir özlemle göz yummayacaktım. Padişahın fersiz gözleri, bu sözleri söylerken artık yaşarmıştı. Heyecanını bir türlü tutamıyordu. Azıcık bir yakınma daha, hemen gözyaşlarını damlatacaktı. Derviş padişahın arkasını sıvadı ve şöyle dedi:

-Hiç merak etme şevketlüm! Gelecek yıl üç çocuğun birden olacak. Fakat bir tanesini herhalde bana adayacaksın. Dervişin böyle geleceğe ilişkin haber verdiğini gören padişah ant içti ve dedi ki:

-Baba, eğer dediğin olursa bir evladım sana feda olsun.

Derviş bahçe kapısını açmadan, adeta yere batmış gibi göz önünden kayboldu. Bir yıl dolmadan padişahın üç mini mini erkek yavrusu birden dünyaya geldi. Çocuklar günden güne, aydan aya büyüyorlardı. Derviş bir yıl sonra koşup geldi. Padişah, çocuklarının henüz süt nineleri kucaklarından ayrılamayacaklarını anlattı ve dervişten iki yıl daha müsaade vermesini rica etti. Çocuklar dört yaşına ayak basmışlardı. Derviş yine sarayın kapısına dikildi. Kendisine verilecek yavruyu istiyordu. Padişah ise babalık merhametine yeniliyor, sözünü yerine getiremiyordu ve “dervişi yine aldatırım” diye bin türlü neden ve bahaneler ileri sürüyor, uzun yalvarışlarla bir süre daha müsaade diliyordu. Derviş, sözünde şiddetle diretiyor ve büyük bir sabırsızlık gösteriyordu. Sonunda, yanıt vermeksizin küskün olarak ayrılıp gitti.

Güneşli bir bahar sabahı idi. Çocuklar saray önünde cirid oyunu taklid ediyorlardı. Köşe başında bir ihtiyar ayakta durmuş, oyunu seyre dalmıştı. Ansızın, çocuklardan en çeviğinin kolundan yakaladı, bir anda kayboldu. Heyhat! Derviş, çocuğu artık kaçırmıştı. Arkadan koşan atlılar, mızraklılar ağlayarak, geri dönüp geliyorlardı. Derviş, günlerce uzak mağarasına bir yıldırım çabukluğuyle uçup gitmişti. Saray içinde kopan vaveylinın derin akisleri, uzun mesafelerde çalkanıyordu. Derviş yüksek, vahşi kayalıklar arasında oyulan dolambaç mağarasında, gözü bağlı şehzadeyi oturttu:

-Yavrum, sana yarın bir kızkardeş getireceğim, onunla her gün oynar, eğ­ lenirsin, dedi. Gönlü açık çocuk, yabancı babasının sözlerini saf gülümsemelerle dinliyordu. Akşam derviş, uzun hırkası altından küçük bir kız çıkardı, küçük şehzadeye: -İşte bu da senin kardeşin, dedi ve başlarını okşadı. Mağaradaki esrarengiz ahırı kendilerine gösterdi. At önünde et, it önünde ot duruyordu. -Bunları her gün nöbetle bekleyeceksiniz, dedi.

– Sabah olur olmaz, yine dışarı çıkıp gitti. Derviş, çocukları her gün başka bir çeşit yemekle besliyordu. Küçük kız, dervişin bulunmadığı zamanlar köşe bucağı anlama merakıyla arayıp tarıyordu. Günün birinde duvar arasında kırk anahtarlı bir halka buldu. Ahır tarafındaki iç kapıya anahtarlardan birini uydurdu. Kapı açıldı. Odanın karşılıklı köşelerinden altın ve gümüş pınarlar akıyor, ortada zümrüt ve yakuttan piramit kümeleri duruyordu. Küçük kız kapıyı kilitledi, gördüklerini kardeşine anlattı. Küçük şehzadenin canı sıkıldı. Hemşiresine –kızkardeşine- kızdı:

-Derviş baba duyarsa ne yapacağız! Sakın, kapıyı açtığını çaktırmayasın, dedi. Bulutlu bir akşam mağaranın dehlizlerini karartıyordu. Derviş geldi. Etrafı keskin bakışlarla süzdü. Biraz çekingen duran kızın gözlerine dikkatle baktı. Gündüz yapılan şeyleri sormaya lüzum görmeden anladı. Kızın yaramaz olduğundan şüphe etti. Önemli bir deneme yapmak gerekiyordu. Her gün eve nefis yemekler getiren derviş, ertesi akşam köpek eti getirdi:

-Yarınki yiyeceğiniz budur çocuklar, dedi. Derviş gidince küçük kız eti evdeki kediye yedirdi. Akşam derviş eve geldiğinde:

-Eti yediniz mi? diye sordu. Küçük kız: -Evet babacığım, eti ben yedim, dedi. Derviş:

-Eti yemediğin halde ne için yalan söylüyorsun? Ben şimdi etten sorar, yiyip yemediğini anlarım:

-Et et, neredesin? -Kedinin bağırsakları içindeyim! Yavrucuklar dervişin bu halinden korkarak titrediler, etin dile gelmesinden pek çok ürktüler. Derviş kızın hilesini artık anlamıştı. Tanyeri ağarırken küçük kızı omuzlayıp götürdü. Şehzade uyandığında, kardeşi mağarada yoktu. “Zalim derviş yine bir iş kayırdı, kardeşimi benden ayırdı, kim bilir hangi kuşa, kurda götürüp yedirdi”, diye için için ağladı. Dikkatle baktığı atların yanına gitti. Her gün yaptığı gibi, dervişe inaden etleri köpeklerin, otları atların önüne koydu. Duru aygır bir at, şehzadenin bu büyük kalpliliğine memnun kalmıştı. Ertesi gün çocuk ahıra girince yanına çağırdı:

-Güzel şehzade, dedi. Seni ben bu hain dervişin elinden kurtaracağım. Duvar köşesinde asılı duran anahtarları al. Şu gördüğün kapı, kırk adalı köşkün birinci kapısıdır. Aç, odaya gir. Akan altun çeşmelerden kaküllerini yıka. İkinci odadan bir kalıp sabun, üçüncüden bir demir tarak al. Dördüncüdeki mavi çeşmeden bir desti su doldur. Kuyruğumdan iki uzun kıl kopar. Yularımı tak, hemen yola çık. Derviş arkadan bize yetişirse evvela sabunu at, bir müddet sonra tarağı fırlat, en sonda destiyi şiddetle yere çal. Ayrıldıktan sonra darda kaldığın zamanlar kılları birbirine dokundurursun, ben karşına çıkarım. Gene şehzade, güzel atın dediklerini birer birer yaptı. Uzun ve çamlı bir ormandan geçtiler. Yüksek kayalardan, derin yerlerden atlayarak geniş bir ovaya indiler. Arkadan dervişin korkunç naraları gürlüyordu. Derviş bir yıldırım gibi koşup geliyordu. Arada adımlanamayacak bir mesafe kalmıştı. Çocuk sabunu attı. Ortalık, şiddetle kaydırıcı bir buz deryası kesildi. Gene şehzade hayli yol aldı. Arkadan derin akislerle dağları inleten bir ses geliyordu. Derviş buzluktan kurtulmuş, arada adımlanamayacak bir mesafe kalmıştı. Gene şehzade demir tarağı fırlatıyordu. Dervişin uğrağı, uzun ve geçilmez bir dikenlik oldu. Can kurtaran kahramanlar hayli yol almışlardı. Derviş dikenlikten kurtulmuş, arada adımlanamayacak bir mesafe kalmıştı. Gene şehzade su destisini yere çaldı. Dervişin uğrağı derin ve engin bir umman –okyanus- oldu. Derviş artık geçemez oldu. Me’yfis, mağarasına döndü. Gene şehzade rehakar atıyla birlikte kurtuldu. Yeşil bir bostanlığa atladı; sevgili atına, gözlerini öperek veda etti. Tarla kenarında bir müddet oturup dinlendi. Biraz sonra kalktı. Başına, civarda bulduğu bir deriyi geçirerek altın kaküllerini gizledi, doğru tarla sahibinin yanına gitti, uşaklığa alınmasını rica etti. Tarla sahibi kabul etti. Nankör tarla sahibi nadasın çabuk bittiğini, ekinlerin vaktinden evvel uzandığını görünce şaştı. Artık çocuğu bir türlü çekemez oldu. Kıskançlığı gittikçe artıyordu. Kızgınlığını dindirmek, azgınlığını gidermek için habire çırağını haylıyordu. Şehzadenin buna pek canı sıkıldı. Tarla sahibinin yolsuzluklarına artık dayanamadı. Ertesi gün kılları birbirine tokuşturdu. Güzel at çıkıp geldi. Bir kat sırma elbise, bir altın tel istedi. Göz yumulup açılması kadar bir zaman geçmeden, şehzadenin istedikleri önüne konmuştu. Gene şehzade atlas bohçayı açtı, elbiseleri giydi ve taclandı. Atın sırtına atladı, tarlayı baştan ayağa çiğnedi, örümcek ağı gibi karmakarışık bir hale getirdi. Atını elbisesiyle geri yolladı, karşı tepelere çekildi, yüksek bir çam ağacına çıkıp oturdu, altın kaküllerini güneşe doğru salıverdi. Iran şahı, ailesiyle birlikte ava çıkmıştı. Şahın küçük kızı, çam üstünde, uzaktan, sanki ikinci bir güneş parlıyor gördü. Bu parlak hayalin efsunuyla gözlerini ağaçtan bir türlü ayırmadı. Diğer iki hemşiresine de gösterdi. Çam üstünde oturanın kakülleri altındandır diye ısrar ediyordu. Hemşireleri inanmaz oldular:

-Mutlaka ağacın ya kendisinde veya bir yaprağında parlamak hassası vardır, dediler, küçük kızkardeşleri ile uzlaşamadılar. Üç kızkardeş aralarında şart koştular, meseleyi babalarına anlattılar. Şah, kızlarını evlendirmek çağının artık yaklaştığını anladı, kendi kendine, “kızlarım besbelli ki koca istiyorlar”, dedi. Tarla sahibi akşam otlaktan kulübesine dönüyordu. Gelip ortalığı alt üst olmuş görünce, uşağa: -Kim yaptı be? diye dırlandı. Miskin çırak(şehzade}:

-Bilmiyorum, demin bir atlı geldi, tarla üstünde koşuşturdu. Bağırdım çağırdım, yalvardımsa da hiç aldırış etmedi. İri yarı olduğu için kendisine gücüm yetmedi. Ekinleri çiğnedi, geçip gitti, dedi.

Aradan beş-on gün geçti. Şah altın bir köprü yaptırdı. Üç tane elmas top yuvarlağını kızlarının ellerine verdi. Tellal çağırttı. Şah’ın kurdurduğu altınköprü altından ayırd edilmeksizin, herkes geçecekti. Kızlar köprü kenarında duracak, geçenlerden beğendiklerine elmas yuvarlaklarını atacaklardı. Büyük kızlar toparlaklarını birer şehzadeye vurdular. Küçük kız topunu kimseye atmadı. Köprünün altından geçecek kalmamıştı. Tellallar dört bucağı aramaya koyuldular. Bir tarla kulübesinde çömelmiş, yalnız başına, düşünen bir çocuk gördüler. Hemen kolundan tutup getirdiler. Küçük kız toparlağını bu tarlacı yamağına fırlattı. Şah bundan huylandı:

-Bu çoban kılıklı herifi mi beğenecektin! diye kızına darıldı. Sarayına yakıştıramadığı biçimsiz damadı içeri almadı, kızıyla birlikte karanlık biriz beye attırdı.Küçük kız bu insan kümesine girince süslü ve yaldızlı odalar, elmas lambalar, ipek halılar gördü.

İki şehzade sönmez, ebedî sevgilerle kucaklaşıyor, sevişiyor, esîrî –ucacakmış gibi zevkli, bir hayat yaşıyorlardı. Kendilerini bir kerecik olsun ne soran, ne de sorduran vardı.

Şah sınır düşmanlarına cenk açmıştı. Oklu süvariler kavga meydanına koşuyorlardı. Küçük damad kılları birbirine tokuşturdu. Eski [il] aşinası çıkıp geldi. Güzel, sevimli at, şehzadesinin önünde dikildi. Gene şehzade, atın getirdiği keskin kılıcı kuşandı. Gözlerini öperek, yelesini okşayarak üstüne atladı. Doğruca düşman saflarına daldırdı. Her ölümlü vuruşunda binlercesini toprağa seriyordu. Düşman umulmaz bir bozguna uğradı, Şah’ın askerleri önünde dikiş tutturamaz oldu. Kolundan yaralanan Şah, bu gene kahramana saatlerce bayılıp kaldı, kim olduğunu tanıyamadı. Küçük damad, kolundan al kan sızan pederinin yarasını beyaz mendiliyle sardı, göz önünden sıvışıp kayboldu. Şah cengi kazanmış, sarayına dönüyordu. Kolundaki sargıyı çözdürdüğü zaman, yarasını sağalmış gördü. Şaşakaldı. Aklından, gördüklerini bir türlü çıkaramaz oldu.

Aradan bir müddet geçmişti. Şah dermansız bir hastalığa tutuldu.

Hekimler:

—Bu rahatsızlık ancak arslan sütüyle geçer, dediler.

Saray damadları atlandılar, arslan sütü aramaya koyuldular. Uzak ve kimsesiz bir köye vardılar. Bir kaynak başında oturdular. Duru bir atlı, ufuktan kopmuş siyah bir fırtına bulutu gibi, çala kamçı geliyordu. Bekleyenlere yaklaşınca sordu.

—Şah babamız hastadır, arslan sütü bulmaya çıktık, dediler.

Gene atlı gülümsedi:

—Siz burada biraz daha bekleyin, ben size aradığınız sütü bulur getiririm, dedi. Dik ve sarp bir tepenin yalçın eteklerine kadar dolu dizgin bir koşuyla vardı. Bacaklarını tek bir kaya üstünden derin bir uçuruma sallayan aksakallı bir ihtiyar seslendi:

—Delikanlı, uğrağın neresi? Buraları kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerdir.

Yolun sapa düştüyse çekil, geri dön git. Uçurumlarda boğulmak istiyorsan var önümden geç, dedi.

Küçük şehzade, atının verdiği büyük bir pervasızlıkla ihtiyara yanaştı, derdini döktü ve anlattı:

—Arslan sütü istiyorum baba, dedi.

Gene şehzadenin yakıcı güzelliğine, sevimli gençliğine, düşüncesiz ataklığına, tosunluğuna bakakalan ihtiyar:

—Yavrum, dedi, bu yolda nice canlar yandı, nice kahramanlar kıyıldı. Sana acıyorum. Kendini iyi koru, söylediklerime de kulak ver, dinle Arslan şu karşıdaki dere içinde uyukluyor. Sağ ayağında çıkan büyük bir çıbanı inleye inleye yalıyor. Okla, çıbanına nişan alır vurursun. Yarası deşilirken ortalığı sarsan korkunç bağırtılarına kulak azmazsın. Seni çağırırsa aldırmaz, beklersin. İrinleri bir müddet aktıktan sonra istirahate çekilir, “beni vuran kimse gelsin, dilediğini vereyim”, der. O vakit koşar, yanına gidersin.

Gene şehzade, ihtiyarın dediklerini tıpkı tıpkısına yaptı. Varıp arslandan dilediğini istedi. Ağzından beyaz köpükler akan arslan:

—Ey beni oklayan bahtiyar delikanlı, dilediğini vermek borcumdur, dedi, şu gördüğün karşıki yerde bir çift yavrum vardır. Beraberine al, sesleri kulağıma ermeyecek uzak bir dağ ardına götür, kes, derilerini soy, ikitulum yap, getir. Tulumun birine, akıttığın şu kanlı irinleri doldur. Ötekisine, daha insan eli dokunmamış memelerimden sütümü sağ. Gözümün ilişemeyeceği yerlere doğru uzaklaş, git.

Gene şehzade, arslanın dediğini de aynen yaptı. Yola düştü. Öğüt veren yaşlı başlı sakallıya, gördüğü yerde gene rastladı. İhtiyar, şehzadenin bu umulmaz işleri başa çıkarabilmesinden memnun kaldı:

—Oğlum, dedi, bu kahramanlığını, ancak şu gördüğün damgayı sana hediye etmekle mükâfat edebileceğim. Al da cebine koy. Geçtiğin dağlar ardında, senden arslan sütü bekleyenler var. Onlar uzun bir su akıntısı kenarında karınca avlamakla uğraşıyorlar. Önlerinden geçerken, korkak ve ümitsiz bir yürekle, senden, elde edemediklerini isterler. İrin dolu tulumu kendilerine arslan sütü yerine verirsin. Fakat sağ kollarını şu damga ile damgalamadan dediklerini yerine getirmiyesin. Var git arslanım, yolun uğurlu, işin rast gelsin. Gene şehzade, yolunu bekleyenlere irin tulumunu vermiş, dağlatmak üzere

güle güle uzattıkları kollarını damgalamış, o da sevgilisine kavuşmuştu. Damatların Şaha arslan sütü bulup getirdikleri haberi ortalığa yayıldı. Şahın o kadar sevdiği, yanından ayıramadığı damatlar, büyük bir zafer neşesiyle, güya bizzat elde ettikleri sütü takdim ettiler.

Doktorlar, getirilen sütün arslan sütü olmadığını ileri sürdüler:

—Şah’a bundan içirirsek, şakasız zehirlenecektir, dediler. Küçük kız bunu haber aldı, kocasının getirdiği arslan sütünü babasına götürdü. Doktorlar:

-İşte arslan sütü, diye Şah’a içirdiler. Şah, ilk yudumda yataktan irkilip ayağa kalktı. Hastalığından hiç bir eser kalmadı. Gene, dinç bir halde saray içinde gezinmeye başladı. Ürkek, beceriksiz damatlar gururlandılar:

—Bu sütü de biz getirdik, diye iddia ettiler.

Küçük kız buna dayanamadı:

—Hayır babacığım, dedi, bu sütü senin beğenmediğin, yüz vermediğin damadın getirdi. Doktorların beğenmedikleri, irin dedikleri sütü yine o, senden hiç yüz bulmayan damadın bunlara vermiş. İnanmazsan çağır da sor. (1395)

Küçük şehzade içeri girince damatların benzi attı. Şahın sorgusuna meydan vermeden, içinin yanık dertlerini acı bir dille döktü:

-Şevketlûm,) dedi, zafer kazandığın gün yaralı kolunu beyaz çevresiyle saran duru atlı kahraman kimdi? O kahraman ki göz önünden kaybolup ansızın yokolmuştı. Senin de bakakaldığın o güzel delikanlı ardınız sıra koşup gelmeseydi, mızraklılarınız ilk bozgunluğu bu parlak sarayınızın yüksek surları önünde son kanlarını akıtmakla temizleyeceklerdi. Arslan sütünü getiren de benim. Getirdim diye karşında iftihar eden yiğit, getirdiğinden bir nişan göstersin! Yanından ayırmadığın sevgili damatlarının kollarını açtır da bak! Elimde tuttuğum şu esrarengiz damganın yanık izlerini göreceksin!

Şah işi anlamış, yaptıklarına pişman olmuştu. Damatlar birer utangaç köle gibi, boynu bükük, yere bakarak düşünüyorlardı. Gene şehzade odadan çıkarken, Şah seslendi:

—Gel evlâdım gel! Bu tac ve tahtın lâyıkı sensin! Ülkemin ziver’i –süsü ve şahı anlamında- sen, veziri de ben olalım!

Küçük damat, büyük ve ziynetli -süslü bir alayla tahta çıkarıldı. Küçük kız sarayın kraliçesi oldu. Gene Şah ve geneSultan, lâhutî -ilahi, kutsal- bir ömrün son anlarını yaşayarak muradlarına erdiler.

SON

“Jin” Dergisi (1918-1919), sayı 22,23,24. Yeniden yayına hazırlayan M. Emin Borarslan.